24 Nisan 2015 Cuma

İsim vermeyi unuttuğum hikaye

Bir gün pusu kurdum konferans salonunun önüne. Dersim ilk kez onlarınkinden daha erken bitti ve onu dersten çıkarken yakalama ihtimalim vardı. Aldım sütlü kahve, iki şeker ve bir karıştırıcı; oturdum banka. (Sütlü kahve, üçü bir arada değil.) Amfiden, camlar dışındaki yegâne çıkışları olan kapıya tam karşıdan bakan bank… Zaman geçti, geçti; amfidekiler çıkmaz oldu. Burnum akıyor ve mendil stoklarım tükenmekte… Oradan ayrılamazdım, çünkü biliyorum: Hocaları beni bekliyor oradan ayrılmam için. Ben kalkar kalkmaz “Hadi çocuklar, Cem kalkmış, hemen dışarı çıkıyoruz, boşaltıyoruz sınıfı.”, diyecek. “Cem de döndüğünde mal gibi kalsın burada. Hatta kapıyı da kapatalım, hala içerideyiz sansın, mal Cem ya, he he…”

İşte 1 saat kadar idare ettim ama hem elimdeki kahve bardağını atmam, hem de suratımın muhtelif yerlerinden akan sümükleri tahliye etme ihtiyacımdan 1 dakika, evet yalnızca 1 dakika terk edecek oldum yerimi. En fazla bu kadar oldu kantine “Selpak var mı?” diye sormam. Gerçekten de hoca benim kalkmamı bekliyormuş, anında salıverdi çocukları. Dışarı bir grup çıktı, hoca muhtemelen şey de demiştir: “Acele edin, hızlı hızlı gidin, Cem’e yakalanmayın.” Ama Dünya narin kız. Her konuda tutumlu, yürüme hızında da. Yakaladım onu.

Hızlı hızlı yürüdüm arkasından ve Tanrıdan rica ettim başka bir yere bakmasını. Böyle anlattığımda bu kısmı sonradan eklemişim gibi görünüyor. Ama gerçekten de başımı göğe kaldırıp “Lütfen!” dediğimi hatırlıyorum. Eğlenecek başka milyon tane insan var dünyada ve o bana bakarken soyunamıyorum, dalga geçiyor, oysa biraz kendim olmaya ihtiyacım vardı.

Dünya’ya sinsice yaklaşıp en güçlü silahımı çıkardım, bir anda yanında belirip adını söyledim. O da benzer şekilde karşılık verdi bana. Ve çocuklar, yaşlılar, hastalar, hocalar konuştuk da konuştuk. Kırtasiyeye kadar eşlik ettim ona ama kırtasiye kapısı da durduramadı beni, son durak yurdun kapısıysa daha aşılmaz bir engeldi. Birileriyle buluşacaktım ve “Buluşma vaktine kadar sana eşlik edebilirim.” gibi bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. “Gibi bir şeyler” diyorum çünkü onun kullandığı sözcükleri asla tam olarak hatırlayamıyorum. Hani adrenalinin zirve yaptığı durumlarda zaman yavaşlar ve kulaklar sağırlaşır ya, öyle bir şey oluyor. Ben de vaktini çalmamak için nazikçe reddettim, ya da belki kabaca reddetmişimdir, onu da bilmiyorum. Onun yanında pek konuşamıyorum, bu işi de adrenalin yapıyor.

Ayrıldıktan sonra o, merdivenlere yürüdü, yukarı tırmanmaya başladı. Bense arkamı döndüm ve arkamı döndüğüm anda güneş battı. Hayır, bu aşktan falan da değil, mecaz yok, cidden böyle oldu. Onunlayken aydınlıktı ve o gidince lacivertlerini giydi gökyüzü.

Suskun Geveze

Çikolata

Selam veriyorum. Gülümsüyor ama çok farklı bir gülümseme bu: Gözleri parlıyor; dudakları bir an için kıvrılıp sıcacık bir hava çarpıyor karşısındakinin yüzüne, ardından düzleşiyor ama dümdüz de olmuyor, tatlı bir eğim kalıyor. Çikolata paketini tutmadığı elinin işaret parmağını kaldırıyor, “Bir saniye bekle lütfen.” demek istermiş gibi… Dudağının önüne götürüyor, “Benim sıram… Merak etme, konuşacağım.” demek istermiş gibi… Büküyor parmağını, burnuna değdiriyor. Başını hafifçe indirip kaldırırken lokmasını midesine indiriyor ve nihayet selamıma karşılık veriyor. Paketi yavaşça masaya doğru indiriyor, sonra vazgeçiyor. Çikolatanın bir ucu yenmemiş… Yemek isteyip istemediğimi soruyor, paylaşabileceğini söylüyor. Teklifini nazikçe reddediyorum, onunla bir şeyler paylaşmayı bu kadar çok isterken niye böyle yaptığımı ben de bilmiyorum. Paketi özenle masaya bırakıyor. Çantasının fermuarını açıyor nazikçe, oldukça yavaş. İçindeki ıslak mendil paketini alıyor eline, bir mendil çekiyor, paketi masaya bırakıyor, mendili özenle katlıyor. Bunları yaparken karşısındakiyle alakadar olmaya devam ediyor, gözlerini kaldırıyor, sohbete devam ediyor. Dudaklarının kenarlarını siliyor ve bir daha katlıyor mendili, eline hapsediyor sonra. Mendil paketini çantasına koyuyor, çantasının fermuarını kapatıyor nazikçe, oldukça yavaş. Başını kaldırıyor ve bir kez daha gülümsüyor, nerede kalmıştık?

Suskun Geveze

Bileklik


Sol koluma bakıyorum. Yeşil ya da mor renkli -ama karanlıkta olduğumdan gözüme sadece biraz daha kara görünüyorlar- küçük yollar gibi ilerleyen kan damarlarım… Dirseğimden çıkıp avuç içime doğru ilerliyorlar. Yumruğumu sıkıyorum. Gevşetiyorum. Çıplak sol bileğime bakıyorum.

Şu son birkaç yılıma bakıyorum. Yeşil ya da mor renkli -ama karanlık olduğundan gözüme sadece biraz daha kara görünüyorlar- büyük özlemlerim… Kalbimden çıkıp beynime akıyorlar. Gözlerimi yumuyorum. Uyuyamıyorum. Gözlerimi açıyorum. Çıplak sol bileğime bakıyorum.

Bir arkadaşının yazlığında duruyordu bir süredir. Orada unutulmuş. Siyah bir erkek bilekliği… Ondan bana kalan bir hediye sanki. Katılamayacağı doğum günlerim için peşin peşin verilmiş, üzerine bir not değil belki ama ondan kalan anılar iliştirilmiş, yokluğunda yanımda olsun diye çok çok küçük de olsa varlığından serpiştirilmiş… Babamın bilekliği…

İçime bakıyorum. her yer karanlık… Onu birkaç yıl önce, bilekliğini bugün kaybettim. Ben bugün bir bileklik değil, ışığımı kaybettim. Kendimi kaybettim. Ben sadece bir bileklik değil, şu gözümün önündeki çıplak sol bileğimi kaybettim. Kolum kanadım bileğim kırıldı, çok acıyor.

Odaya bakıyorum. Yaşlardan bir şey göremiyorum. Babamın giremediği yaşlar bunlar. Bir araya geldiler, benim gözlerimden akıyorlar.

Anonim