12 Kasım 2011 Cumartesi

Koku

Uzun süre sonra bir anımı burada, Ankara’da kaleme alıyorum. (ama yine uzun bir süre sonra, 1 ay gecikmeli yayınlıyorum) Bu şehir, insanın edebi yönünü geliştiriyor. Bu şehir, insanı yazmaya sevk ediyor. Çünkü sanırım, bu şehirde yapacak başka hiçbir şey de yok!

Salondayız. Bizim gibi, dört yüze yakın birinci sınıf öğrencisi doldurmuş salonu. Dile kolay, Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinde okuyacak dört yüz parlak genç! Zeki, yetenekli, konuşkan, duyarlı, matematiği iyi, biyolojiyi seven, kısa boylu, gözlüklü, konudan saptım. Sıra, okulda okuyan üst dönemlerin, bizlere okulu tanıtmalarına geliyor. Kim ya da kimler tarafından gezdirileceğimize dair numaralardan almamıştım, son dakikalarda bir kâğıt parçası uzatılıyor bana, alıyorum: 20

Sessiz, sakin, orada olduğunu belli etmekten bile aciz kalmış; çekingen bir tavırla elinde, üzerinde “ZO” yazdığına inandığım kâğıdı kaldırmış; etrafında bilgiye aç insanlar toplanmasını bekliyor rehberimiz. Herkes bağırıp çağırırken, 7, 14, 9 çığlıkları havalarda uçuşurken, ses çıkarmadan bekliyor bir köşede. Bu ilgi çekiciliğine (!) rağmen yaklaşık yirmi kişi toplamayı başarıyor. Alıyor tabasını, terk ediyor salonu, başlatıyor turu.

Pek övünerek anlatılacak bir şey değil bu ama geçen sene, çok ihtiyacım varmış gibi, hazırlık okumuştum; yine buralardaydım; bu koridorlarda dolaştım. Ve biliyorum, oldukça fakir bir sunum izliyoruz. Ta ki anatomi laboratuarına varana kadar… Deniz’miş içerideki öğretmenin adı, izin vermiş girmemize, ölü adam göreceğiz. Ya da belki bir kadın… Kim bilir? (Artık ben bilirim, kadın görme ihtimali yok.)

Fakültede yaşamayı sabırsızlıkla beklediğim anlardan biri gerçekleşecek birazdan. Kadavranın üzeri, gayet iyi bir seçim, sarı renk bir brandayla kapatılmış. Bu ana hazır olmadığına inananların bugünlük bu deneyimden kurtulabileceği söyleniyor, laboratuarı terk etmelerine izin veriliyor ama kimse çıkmıyor dışarı. Güzel…

Heyecanlanmaya başlıyorum. Yanlış anlamayın, çok farklı bir heyecan bu. Kadavra gördüğümde mide bulantısı veya görüntüden rahatsızlık duymayacağıma dair söz vermiştim kendime. Heyecanlanmamak zorundayım branda açılınca. Ama heyecanlanma ihtimalim korkutuyor beni. Heyecanlanmanın kendisi heyecanlandırıyor beni. Ama uzun sürmüyor bu heyecan, branda açılıyor.

Millet rahatsız oluyor kokudan. Formaldehitin geniz yakan özelliği, bunu yaptıran. Bazıları burunlarının önünde ellerini sallıyorlar koku dağılsın diye. Takdir edersiniz ki burun önündeki koku moleküllerini başkalarıyla değiştirmekten fazlası değil bu. Onların aksine ben, ellerimi çantama yapıştırmışım. Gözlerimi kadavradan ayırmadan derin derin nefes alıp veriyorum. Şok falan geçiriyor değilim. Ama herkeste hoşnutsuzluk yaratan o kokuyu alamıyorum. Biraz daha yaklaşıyorum masaya, sonra ilk bulunduğum yere dönüp bir arkadaşıma soruyorum bir koku olup olmadığını. Dalga geçtiğimi zannediyor belki, kokunun rahatsız ediciliğinden yakınıyor o da. Kafanızı karıştırabilir, neden mi şu an hayatını kaybetmiş biriyle karşı karşıyayken düşündüğüm şey koku? Çünkü tıpta ne zorluk, nasıl iğrençlik olursa olsun hepsine göğüs gereceğime söz vermiştim kendime. Birinin ölmesinde iğrençlik yok ama koku iğrenç olmalı. Ben o kokuyu alamadığım için kendimi torpilli bir milletvekili yeğeni gibi hissediyorum. Moralim bozuluyor. Ölümle burun burunayım ama kokusunu alamıyorum. Branda kapatılıyor.

Suskun Geveze