29 Mayıs 2011 Pazar

Yatakhane

Yatakhanede, odamdayım. Sol yanımda Maymun uyuyor. 8’de kaldırmam gerekiyor onu, unutturmayın. Kuruluyorum Majeste’nin bilgisayarının karşısına. Bu sene boş vaktimin, yani bütün vaktimin, çoğu bu bilgisayar karşısında geçti. Metin dosyasını açıp yazmaya başlıyorum. Ne yazacağımı planlamadım. Çünkü biliyorum: Bu kez yazışımla eşzamanlı gelişen bir öykü olacak bu.

Yurdun merkezindeki odalardan biri bizimkisi… Yurdun tam ortasındaki apartman boşluğuna bakıyor pencere. Her katta bunun gibi 6 oda ve yurtta bizimki gibi 7 kat daha var. Dolayısıyla teknik olarak 47 odayla aynı atmosferi, aynı duygu yoğunluklarını, aynı başarıları, aynı hayal kırıklıklarını paylaşıyoruz. Bu, genelde kötü sonuçlar doğuruyor. Ama bazen çok kötü sonuçlarla da karşılaşabiliyoruz. Yine de alışıyoruz çoğu zaman, alıştım.

“Varlığın çok şey kazandırır ama yokluğun hiçbir şey kaybettirmez.” Her odada başka bir sohbet dönüyor. Bu beylik cümlenin çıktığı ağızsa tam karşımızdaki odada, etkileyici ses tonu ve düşük karakter yapısına sahip biri… Yurt hayatının büyük çoğunluğu diğer odalardaki insanlara bağırıp müzik sesini kıstırmak veya sohbetlerini baltalamakla geçti. Bazen de hayatla ilgili çok şey bildiğini zannederek konuşur böyle. Oysa söz ettiği konu, büyük şehirde sevgiliye sahip olmak, hakkında ne biliyor olabilir ki? Benim yokluğum ona değil belki ama Minik Melek’imin yokluğu bana çok şey kaybettirir mesela.

“Begüm… Begüm hu…” Bu da başka bir odadan gelen inilti… Yurdumuzda her odaya 24 saat kesintisiz müzik keyfi sunulur. İstesen de istemesen de dinlemek zorundasındır hangi odadan geldiği belli olmayan melodileri. Bir nevi korsan radyo gibi, sadece bu radyo kanalı bulunduğum binadan yayın yapıyor. Ve bazen müziğe parazit kıvamında bu tarz sanatsal yorumlar eşlik ediyor.

Düüüüüt… Düdüt… Düt… Kambersiz düğün olmaz. Neyzen Tevfik de geldi nihayet. Bu apartman boşluğu bir gitarist, bir de bağlama ustası yetiştirdi bu sene. Tevfik’inse, artık adı bu, hangi şarkıyı çaldığını koca bir yıl boyunca çözemedim. Elindeki flüt ya da her ney’se, çocuğun aklındakinden çok daha farklı bir şey ortaya çıkardığı kesin. Sana hiç söyleyemedim Tevfik. Ama şu an, “Rahatlatıcı bir müzik ziyafeti sunuyorum yurttakilere ve ruhlarını dinlendiriyorum.” diyorsun ya içinden, yanılıyorsun kardeşim. Allah aşkına nefesini kendine sakla.

Sesleniyorum iki kez. Karşılık alamıyorum. Bir kez daha, daha yüksek sesle tekrarlıyorum Maymun’un adını ve hafifçe dürtüyorum onu. Garip bir ses çıkarıyor. Yavaş yavaş doğruluyor yatağında. Bizim lavabodan gelen su damlamaları da eklendiğinde yurdun senfonisine, demeyin keyfime. Bu keyfe o da eşlik etsin istiyorum.

Suskun Geveze

27 Mayıs 2011 Cuma

Kahraman

Yüksek lisans yapıyorum. Geç saatlere kadar çalışıyorum. Okulun kütüphanesinde geçiyor vaktimin çoğu. Kaynak taraması, kaynak taraması, kaynak taraması… Parola bu. Yine de bir ailem var, eve giriş saatleri de aşağı yukarı bellidir. Kütüphanede sabahlayacak halim yok. Güneş battıktan sonra birkaç sayfa notla birlikte ayrılıyorum oradan. Otobüs kuyruğunda gençliğimi heba etmeye niyetli değilim. Mavi minibüse atlıyor, evimin yolunu tutuyorum.

Minibüsten iniyorum, eve birkaç dakikalık mesafem var. Yürüyorum. Bir iki dakika geçiyor. Yürüyemiyorum. Ayakları yere basan bir insan sanıyordum kendimi, değilmişim. Düşüyorum. Çantam açık; notlarım, telefonum, cüzdanım, anahtarlarım yere saçılıyor. Yanımdan bir adam geçiyor, göz göze geliyoruz, nedense utanıyorum. Düz yolda yürümekten aciz olmanın nesi utanç verici ki? Telefonumu kotumun, cüzdanı hırkamın cebine koyuyorum. Notlarımı da hızlıca çantaya tıkıştırıyor, kalkıp yürümeye devam ediyorum.

Çok geçmeden garip bir his beliriyor içimde. Takip edildiğimi hissediyorum. Arkama bakıyorum. Az önce göz göze geldiğim aynı adam… Takip edildiğim düşüncesini boş bir kuruntu kabul ediyor, yürümeye devam ediyorum. Bir sokaktan sağa sapıyorum. Bir kez daha arkama bakıyorum, adam hala orada. Kötü bir tesadüf ya da her ne olursa olsun. Korkuyorum, adımlarımı hızlandırıyorum. Adam da hızlanıyor. Apartmanın önüne geldiğimde hemen zile basıyorum, otomatik kapının açılmasını beklemeden anahtarımı çıkarıyorum, apartmana giriyorum, merdivenlerden çıkmaya başlıyorum. Kapıyı kapatmak! Unuttum! Adam da giriyor apartmana.

Merdivenleri koşar adımlarla tırmanırken adamın adımlarının da son hızla atıldığını duyuyorum. Tam dairenin kapısının önünde yakalıyor adam beni. Kötü bir tesadüf değil bu, adam bir kapkaççı. Çantamı kaptığı gibi bir çığlık atıyorum, kaçıyor. Merdivenleri son sürat inmeye başlıyor. Bizim dairenin kapısı açılıyor o anda. Üzerinde pijaması, ayağında terlikleri, elinde televizyon kumandasıyla bir adam, babam… Ne olduğunu ben bile anlamamışken o her şeyi çözüyor çığlığım ve hızlı atılan adım seslerinden. Bir fişek gibi atılıyor, kapkaççının ardından iniyor merdivenleri.

Babam yaşını almış adam, ayağında terliklerle hırsızı yakalamayacağına eminim. Ama beni asıl korkutan hırsızı yakalaması… İşin kötüsü çantanın içinde uyduruk birkaç sayfa nottan daha fazlası yok. Anahtarlarım elimde, telefon ve cüzdanım ceplerimde.

Geçen birkaç dakika, korkudan başka hiçbir duygu tattırmıyor bana. Nihayet kapının zili çaldığında babamı ben karşılıyorum. Üzerinde pijaması, ayağında terlikleri, elinde kumanda ve kaçarken hırsızın bıraktığı çantam… Bütün babalar kızlarının kahramanıdır. Benim babam da benim kahramanım.

Baloncuk

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Yüz

16 yaşımda başladım üniversiteye. Nasıl olduğunu sormayın. Yazar da bilmiyor nasıl olduğunu, yazmayacak. (Ama teorilerim var: 3 yıllık lise, 1 yıl erken başlamak gibi.) 22 yaşımdayım. “İngiliz Dili ve Edebiyatı” bölümünü bitirdim, yüksek lisans yapıyorum. Zordur İngilizce, sadece İngilizce de değil, herhangi bir dili incelikleriyle öğrenmek. Mükemmeliyetçi değilim ama inanın şu an İngilizce namına çok da bir şey bildiğimi düşünmüyorum.

Yürüyorum bir caddede. Hiç kopamadığım kot pantolonum var üzerimde. Pembe bir bluz, mavi bir hırka… Her sabah, alışkanlık olmuş, o günün hâkim rengi neyse o renk oje sürerim tırnaklarıma. Renk spektrumum tahmin edebileceğinizden daha geniş: 3 farklı mavim var mesela. Bugünse tırnaklarımın rengi pembe… Yürürken dikkatimi çekiyor o tırnaklar. Acaba gerçekten güzel oluyorlar mı yoksa çok saçma bir iş mi yapıyorum rengârenk ojeler seçerek? Tekrar tırnaklarıma ve bluzuma bakıyorum, cevap veriyorum: Pembe farla renklendirilmiş göz kapaklarım da düşünülürse gerçekten uyumlu ve güzel oluyorlar.

Yürümeye devam ediyorum. Birazdan yürüyüş sona erecek, taksi durağına varacağım, evime gideceğim. Taksi durağına az bir mesafe kala sağımda bir kol beliriyor. Aynı kolun bir eşi solumda… Ve o iki kol karnımda buluşmak üzere kapanıyorlar. Biri sarılıyor bana! Sevgilim yok ve bu kollar bir erkeğe ait. Şok olmuş durumdayım. Beni sıkıca saran kollardan kurtulup arkamdaki adama bakıyorum. Tanımıyorum.

Hemen kendimi taksiye atıyorum. Adrenalin seviyem yükselmiş durumda. Zorlukla söylüyorum taksiciye evimin bulunduğu yeri. Taksi harekete geçtiğinde adamla göz göze geliyoruz. İki kolunu yanlara açmış, ne olduğunu anlamaya çalışırcasına şapşal bir ifade takınmış yüzüne. Sanki benden daha çok şaşırmış bu duruma.

Evime, güvenli bölgeye, vardığımda bir nebze rahatlayabiliyorum. Odama koşar adımlarla yürüyorum, çantamı bırakıyorum. Hemen yüzümü yıkamaya gidiyorum. Salona dönüyorum.

Önce pembe rengini kaybetmiş göz kapaklarına ve şimdi yüzün tamamına bakıyorum. Benim mi bu gencecik yüz? Benim mi bu gözler, bu burun, bu çatık kaşlar? Değil işte! Her şey biraz daha berraklaşıyor o andan itibaren. Ben ne kadar inkâr edersem edeyim yüzüm benzersiz değil, karşımdaki yüzle, tek yumurta ikiziminkiyle aynı.

Baloncuk

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Taş Kağıt Makas

Çok bekledim. Sizin için sıradan bir albüm olabilir. Benim içinse üst düzey bir yapıt, bir sanat abidesi gibi Da Poet’in Poetika’sı. Gerçi henüz şarkıların hepsini dinlemedim ama “Taş Kâğıt Makas”ın video klibi tam da bir repçiden beklediğim gibi olmuş, kalan şarkılara da güvenim tam. Hayır hayır… Müziğin tadı konusunda hayal kırıklığına uğramayacağım.

D ve R’deyim. (D&R) Dediğim gibi, çok bekledim. Ve şimdi, elimdeki albümün İspanyol bir ressam tarafından çizilmiş ön kapağına bakıyorum. Müzik bölümünü tatmin olmuş şekilde terk edip dergilere yöneliyorum. Galatasaray dergisini düzenli olarak alan bir insanım, yurtta yatağın üstünde duruyor son sayısı. Yine de sarı kırmızı renkler cezp ediyor beni. NTV bilimin son sayısının kapağına göz gezdirip oradan da ayrılıyorum.

Kasalara geliyorum. İki kasa var, ikisi de dolu durumda, soldakini seçiyorum. Önümdeki adam çekiyor dikkatimi. Benim elimdeki hazinenin yanında onun elindekiler çok hantal ve değersiz görünüyor. Hiç biri Poetika albümü değil. Koca koca kutular… Meraktan değil, sırf görüş alanımı kapattıklarından incelemeye başlıyorum.

Üç karton kutu var adamın elinde… Şüphesiz bundan ibaret değiller, içleri de doludur herhalde. Biri siyah, biri türkuaz, sonuncusu beyaz… Kasa kuyruğunda sıra adama geldiğinde teker teker bırakıyor kutuları masaya. Siyah kutu en küçük olanı… 50 Lira. Türkuaz kutunun üzerindeki yazıları okuyabiliyorum siyahın garanti belgesi doldurulurken. Türkuazın bandrolü okutulduğunda 749 Lira 50 Kuruş tutuyor o kutu ve içindeki şey.

Nintendo 3DS. Gözlük veya benzeri hiçbir aparata ihtiyaç duymadan 3 boyutlu görüntü imkânını kullanıcıya veren son teknoloji ürünü bir oyun konsolu… Oda arkadaşım anlatmıştı bunu bana. Gerçek değil gibi geliyordu. Gerçekmiş. O şey bu şeymiş meğer.

Sağdaki kasa boşalıyor. Kadının beni kastederek yan kasaya geçilebileceğini söylediğini duyuyorum. Adam kâğıt kâğıt bırakıyor paraları masaya. O kâğıtlarla taş gibi makineyi alıyor. Muhtemelen çocuğu ya da bir başka tanıdığı için alındı ama orta yaşına rağmen adamın, kendisine verdiği bir ödül bile olabilir o şey.

Elimdeki albüme bakıyorum. Bir de adamın elindeki teknolojinin nimetlerinin en kalitelisine, en güzeline… Düşünüyorum: Elimde tuttuğum albümde bulunmayan neyi bulmuş olabilir bu adam, önünde duran oyun konsolunda? Cevap veremiyorum. Çünkü bu albüm, bir insanın kendisinden beklediği her şeyi karşılayabilecek durumda. O anda oyun konsoluna olan tüm ilgim sönüyor. Yan kasadaki kadın yine bana sesleniyor galiba. Duymuyorum, içgüdüsel olarak geçiyorum o kasaya. Kulağımda sadece şarkının ritimleri var.

Majeste

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Heybeliada

Dershaneden çıkıyorum. Sevgilimle buluşuyoruz. Saatlerce ders dinledikten sonra sevdiğimin yüzünü görmenin nasıl bir şey olduğunu tahmin edersiniz: Süper bir şey. Kararlar verilmiş, planlar yapılmış: Heybeliada’ya gidiyoruz.

Heybeliada’ya daha önce hiç gitmemiştim. Bu ilki, onunla yaşayacak olmak apayrı bir zevk. Deniz yolculuklarını oldum olası sevmişimdir. Köpükler, su, maviler falan… Ayağı toprağa değen çamura bulanıyor sanki, oysa tuzlu su yara yaksa bile temizlik, tuzu olsa bile saflık demektir benim için. Hele sarı ve kırmızı aşkıma rağmen şu güzeller güzeli mavinin baştan çıkarıcılığı yok mu? Mümkün olsa da hiç yanaşmasak karaya ama günün ilk deniz yolculuğu sona eriyor.

Ayak bastığım ada çok tatlı bir yer… Sahilde üç beş balık lokantası, kafe var, hepsi bu kadar. Hemen gezmeye, gezerek öğrenmeye, tanımaya başlıyoruz bu yeri. Tek katlı şirin evler, sokaklarda koşuşturan çocuklar, evlerinin önünde merdivenlere oturup konuşan, belki dedikodu yapan belki yemek tariflerini paylaşan kadınlar… Sağlık ocağının yanından geçiyoruz. Ama aklımı orada, sağlık ocağının duvarında, hoşuma giden şu bir çift cümlede bırakıyorum: “Sevebilme yeteneği en büyük şanstır. Sevgi en büyük ilaçtır.” Yanı başımdaki insana, en büyük şansıma bakıyorum. Gülümsüyorum.

Bu diyarı karış karış dolaşma arzusuyla yanıyorum. Bu hayalimin büyük kısmını gerçekleştiriyoruz bugün ama nihayetinde ikimiz de yorgun düşüyoruz. Durmak istemiyorum aslında ama bir buçuk ay geçti ameliyat oluşum üzerinden. Ölmüyorum merak etmeyin, basit bir iki operasyon sadece. Ama yine de doktor amcalar kesip biçtiler beni. Ben gezmek istesem de o sağlığımı düşünüyor, dinlenmemi uygun görüyor. Oy çokluğuyla dinlenmemde karar kılıyoruz. Ara sokaklardan sahile iniyoruz.

Sahilde rakı balık keyfi… Evet, alkol kullanıyorum. Ama kızmayın bana, abartmadım hiçbir zaman. (Abarttıysam da hatırlamıyorum.) Bu şehirde, bu denizin yanı başında, bu gökyüzü altında sarhoş olup dağıtamıyorum kendimi. Kıyamam ki bu şehre! Yine de, kimseyi rakıya özendirdiğimi düşünmeyin, Zakkum’un “Anason”unu dinleyip de rakı içmemiş olmak yanlış geliyor bana. Başlamayacak olan dinlemesin.

Rakılar içilip balıklar bitirilince yeniden başlıyoruz tırmanmaya. Ağaçların ortasında dolanıyoruz biraz. Bir şey arıyorum. Aradığım şeyi sevgilim buluyor: Ağaçların arasından denizi izleyebileceğimiz harika bir yer. Oturuyoruz. Başımı omzuna yaslıyorum. Kalbim çok hızlı çarpıyor ama garip, huzur doluyum. Başım dönüyor. Daha doğrusu başım hareketsiz, sevgilimin omzunda hâlâ, dünya dönüyor etrafımızda. Galiba sarhoş oldum. Sebebi rakı değil.

Yanlışlar Prensesi

19 Mayıs 2011 Perşembe

Tıpçı Güncesi

Başlıktan anlaşılmadıysa daha net bir dille açıklayayım: Tıp okuyorum. Henüz birinci sınıftayım ama deli gibi çalışıyorum. Birinci sınıfta sonsuza dek kalmayacağım ama Allah izin verirse birinci sınıf bir doktor olacağım. Benle aynı dönemden olup benden daha iyi üniversitelerde okuyan ama daha “Süperego”nun ne demek olduğunu bilmeyenler var. Onlar nerelerde okuduklarını tekrarlayadursun, gönül rahatlığıyla “Ben doktorum” diyebilmek için bu çaba. Adım adım ama büyük adımlarla ilerliyorum doktor olmaya. Önümde uzun bir yolum ve çok uykum var.

Sabahın erken saatleri… Yatağın kenarına oturuyorum. Ayakkabılarımın içindeki çoraplarla göz göze geliyoruz. Alıyorum bir tekini elime, ayağıma geçiriyorum. Bu arada “Ben niye uyandım?”, diye soruyorum kendime: Dersim öğleden sonra başlayacak. Evet, uyanmışım bir şekilde ama artık bir önemi yok, yeniden yatarım. Önemli olan, çoraplara ne olacağı… Önce diğer tekine bakıyorum, sonra ayağımdakine… Diğer teki de giyip yatıyorum.

Başka bir gün… Yine sabahın erken saatleri… Telefonum yatağımda, yastığımın hemen yanında… Titreşip duruyor. Birazdan ses çıkarmaya da başlayacak, bunu yapmadan önce durduruyorum alarmı. Yatağımın kenarında telefonumla birlikte iki kitap, bir dergi, bir de poster var. Gözlüğüm? Kafamı çeviriyorum. Gözlüğümün masada olduğunu görüyorum. Çok uzak! Zar zor kaldırıyorum bedenimi, upuzun bir yol kat ediyorum, gözlüğümü alıyorum, yatağıma dönüyorum, gözlüğümü gözüme takıp yatıyorum.

Bambaşka bir gün… Bu sabah kalkmayı başardım. Saate bakıyorum: 15.54. Yani yaklaşık 6 saattir bu sandalyede oturuyorum. Canım çok sıkılıyor. Ama şu an bunları düşünmem, canımın sıkılması bile yasak. Kasları bitirmem şart ve şu “kasları bitirmek” amacım benim kaslarımı bitiriyor. Şimdi oturuyorum, iyi güzel ama kalktığımda nerem nasıl uyuşmuş olacak merak ediyorum. Masanın altına bakıyorum. Hiçbir şey yok. Çalışmaya devam ediyorum. Çok geçmiyor, tekrar bakıyorum masanın altına. Hala boş… Yere bir şey düşsün de kalkıp alayım diye can atıyorum. Olmuyor.

Uyanıyorum, kalkıyorum, çalışıyorum, yoruluyorum, durmuyorum, yemek yemeyi unutuyorum, kemik isimlerini unutmuyorum, çabalıyorum, daha çok yoruluyorum, gün içinde birkaç kez ölüyorum, daha az sayıda diriliyorum, çalışıyorum, çabalıyorum. Hepsi şunun için: “Gönlüm rahat, ben doktorum.”

Majeste

17 Mayıs 2011 Salı

İlk Hipnoz

İnsan konservesine dönmüş yeni model bir trende kapı önüne sıkışmış haldeyim. Bilinçaltımda kalan bir şey yeniden su yüzüne çıkmaya karar vermiş olacak ki eve dönerken bindiğim trende raylara bakarak kendimi hipnotize etmek geliyor aklıma. Trenin yeni model oluşu önemli, zira eskilerin camından bakıp bırak hipnoz olmayı, dışarıyı bile doğru düzgün göremeyebilirdim.

Aklımda yine bana özgü manyakça, bilimsel bir merak var tabi. Kulağımda uygun müzik, önümde uygun sahne ve ben Feneryolu’nda, yani benim için mezun olduğum lisemin durağında, hipnoza girmeye çalışıyorum. Zihnim uzun zamandır olmadığı kadar boş, berrak. (Çok önemli düzenleyici notu: Genelde zihni hep boştur, bomboş…)

İstediğim şey basit, bu zamana kadar okuduğum ders kitaplarını hatırlamak. Basit kısmı bu, zor kısmıysa bir video izlercesine hatırlamayı ummak… Sıra dışı bir istek belki ama beni tanıyanların gayet makul bulacakları bir dilek, üstelik imkânsız değil. Çünkü “hiperemnezi” diye bir şey var, basitçe aşırı hatırlama demek ve belki de yapabilirim.

Zihnimde isteğimi, emrimi doğru olduğunu umduğum biçimde yavaşça, çok yavaşça hatta dururcasına kendi zihnime söylüyorum; hafızamı atağa kaldıracak savaş borusunu bizzat çalmaya yelteniyorum. Başarılı oluyorum, bir şeyler, garip ve gayet net bir şeyler görüyorum.

Dini bazı imgeler, kitaplar, yazılar derken (Çödn2: Epey uzunca gördüğü rüya anlatılmıştı, kestim.) denemelerim daha fazla süremiyor. Hemen yanımda duran adam her nedense kapının üstündeki butonla, hani şu tramvaylarda da olan ve kapı açtığı sanılanla oynamaya başlıyor. Benim de bunun üstüne fena halde sinirim bozuluyor nedense. Ve böylece ilk denememi sonuçlandırmış oluyorum.

Soruyorum kendime acaba o şey rüya mıydı diye? Rayların görüşümden çıktığı, o sonsuz akışın kesildiği herhangi bir an olmadı. En azından bana öyle geliyor. Belki sadece bir tür rüyaydı ama her ne olursa olsun bilinçle hipnozu zihin evrenimin ayrı iki ucundan tutup birbirine komşu etmeyi başardım. Çünkü rüya olsa bile sonuçta kendimi, isteklerime çok yakın bir doğrultuda, en yüksek netlikte ve uykunun tüm süreçlerini belki de alt üst ederek rüya görmek için uyarmıştım. Veya hiç olmadık bir biçimde daha ilk denemede çok narin, çok kırılgan bir hipnoz anını yakaladım.

KİRPİ

* Bu yazıda yayınlayanın emeği yok, sadece birkaç yeri kırptım. Yazı bizzat Kirpi tarafından yazıldı. Bu yüzden bir savaşçı, bir kahraman gibi gösterilmeyi hak etti.

15 Mayıs 2011 Pazar

Tekin Değilim

Alıştım garlara, gezip tozmaya, seyahat etmeye. Sanırım sıkılıyorum sürekli aynı enlemde aynı boylamda kalmaktan. Ayrıca aynı anda hem okuldaki devamsızlığımı dönem tekrarı sınırından uzak tutmak hem de sevemediğim şu Ankara’dan uzak durmak mümkün değil. Bu yüzden yine Ankara şehirlerarası otogarındayım. Yolculuğun başlangıç noktası olduğunda o kadar da sevimsiz görünmüyor gözüme.

Elimde bavulum, otobüsümün kalkmasına dakikalar… Bekleme salonuna çıkıyorum. Oturacak çok yer var. “Oturakları yatak olarak kullanan bıyıklı adam” manzarasına sahip olmayan birini gözüme kestiriyorum. Seçtiğim yerin çaprazında geleneksel bir Türk Ailesi konuşlanmış. Başörtülü bir teyze var. Kucağında bebesi, yanında kocası duruyor.

Aşti’de oturma yerleri gıcık eder adamı. Yaklaşık on kişinin oturabileceği uzunlukta, kenarları olabildiğince yuvarlatılmış, metal koltuklar… Kenarların kavisliliği ve metalin pürüzsüzlüğü oturağı oturamamaya, kaymaya oldukça elverişli hale getirdiğinden yapılabilecek en iyi şeyi yapıyor, bir bacağımı ötekinin üstüne atıyorum. Elimde telefon var, mesaj falan atıyorum millete.

Çaprazımdaki kadın kalkıyor, bebeğini uyutma çabasıyla sallana sallana yürüyor. Daha üç dört adım atmışken kocası sesleniyor ona. Kadının adı Gülay’mış. İlk seslenişi duymuyor, ikincisinde kocasına “Emmo” diye hitap ediyor. Kocasının adını merak ediyorum: Emmanuel? Kadın, “Yanıma otur.” çağrısına uyuyor. Ne olduğunu soruyor? İnanamıyor, kocasının abarttığını düşünüyor. Kocası iki kez aynı sözü söylüyor; ilkinde fısıltıyla, ikincisinde daha anlaşılır bir dille: “Tekin değil bu.”

Söz konusu “bu”, benim… O ailenin kalkıp uzaklaşması ardından önce bacak bacak üstüne atmayı bırakıyorum, sonra eşyalarımı daha yakınıma çekiyorum. Yalnız kalmış durumdayım, güvende hissetmiyorum Tekin olmayan ben ile aynı ortamı paylaşmaya daha fazla cesaret edemiyorum. Kalkıyorum.

İptal

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Zincir

Heykel yönündeki girişten metroya iniyorum. Merdivenleri ikişer üçer geçiyorum. Sürekli gönderdiğim mesajlar ve onlar sayesinde sevgilimle kurduğum gümüş bağ dışında dünyadan kopmuşum, orta yaşlı bir adam tarafından turnikelerin önünde durdurulana kadar. Saat soracaksa telefon elimde, yer soracaksa harita beynimde, cevap vermeye hazırım. Elinde bir kart… Bana uzatıyor.

Ulus’ta size uzatılan bir kart genelde iki amaca hizmet eder. İlkini anlatmak gelmiyor içimden. Sadece üzerinde, bir telefon numarası bulunduğu bilgisini verebilirim.

İkincisi, milleti kandırmak, sömürmek için… Bir nevi sermayeli dilencilik… Eline kartpostal geçen soluğu sokakta alıyor arkadaş! “Soy sop derneği için kartpostal satıyorum. Soyu sopu belli olmayan kardeşlerimize siz de yardım eli uzatmak istemez misiniz? Sadece 5 lira…” benzeri konuşmalar yapıyorlar. Ama tanıdık isimler kullanıyorlar: TÜBİTAK veya LÖSEV gibi… Allah aşkına… Hayvan gibi bilimsel kitapları, çok kaliteli bir süreli yayını varken TÜBİTAK gerçekten kartpostaldan medet umuyor olabilir mi?

Bu iki türün istisnası olarak, adamın elindeki kart, bir yabancıdan kolay kolay göremeyeceğiniz düşünceliliğin vücut bulmuş hali: Boş bir EGO bileti. Belediyeye ait toplu taşıma araçlarında (otobüs, metro) kullanılan bilet. Tamamen kullanılmış ve içinde para kalmamış bu biletin. Ama son kullanım üzerinden 75 dakika geçmemiş. Yani bir kez, hatta şanslıysanız iki kez daha kullanabilirsiniz onu. (75 dakika içinde 2 kez aktarma yapma kuralı.) Adama teşekkür ediyorum ve turnikelerden geçerken, ondan aldığım bileti kullanıyorum.

İlham veriyor bu düşünce bana. Kendime söz veriyorum. Ben de aynısını yapacağım!

------

Şu ana kadar dört kez aklıma geldi biten EGO biletimi 75 dakika içinde kullanacak başka birine vermek. Bilet verme denemelerimin yarısı başarısızdı. Elimdeki indirimli EGO biletini kullanmaya uygun aday bulamadım. Her iki denemede de durağı ikişer kez dolaştım, inanın ki çabaladım. Başarılı ikisiyse akşamüstüne denk geldi. Liseler dağılınca, gördüğüm ilk üniformalı gence veriyorum bileti.

EGO! Seni 125 kuruş da olsa o paradan mahrum edeceğim oğlum!

Suskun Geveze

12 Mayıs 2011 Perşembe

Fasulye Sırığı

Merhaba… Ben üçüncü sınıfa gidiyorum. Bugün okulumuza çok güzel ablalar geldiler. Bize masal anlatmaya geldiler. Ama masalın sonunu unutmuşlar. Masalın birazını biliyorlardı, bize söylediler, kalanını bize yazdırdılar. Ablalar içinde Minik Melek de vardı. En güzeli de oydu. Ona “Hangi renk kalemle yazayım?”, diye sordum. İstediğim kalemle yazabilirmişim. Şu an istediğim kalemle yazıyorum:

Bir çocuk varmış, bir de fakir anası varmış. Bir tane Karbeyazları varmış. (Karbeyaz özel isim, dimi? Büyük yazıyorum K’yi.) Karbeyaz bir inek… Ama Karbeyaz dışında hiçbir şeyleri yokmuş. Bir gün annesi çocuğa demiş ki: “İneği sat, parasıyla da bize ekmek, yemek al.” Çocuk yola çıkmış ve bir adamla karşılaşmış.

Aslında yolda tanımadığımız insanlarla konuşmamamız gerek. Ama adam ineği satın almak istediği için çocuk konuşmuş adamla. Adamın da parası yokmuş, onun yerine beş tane fasulye vermiş çocuğa, ineği almış gitmiş.

Çocuk eve dönmüş, annesine göstermiş fasulyeleri ama annesi kızmış. “Hani yemek alacaktın? Niye fasulye getirdin?”, demiş. Çocuk da fasulyelerin sihirli olduğunu söylemiş. Annesi de “Aferin benim yakışıklıma!” demiş. Çocuk hemen fasulyeleri toprağa ekmiş.

Fasulyenin içinde bir peri kızı varmış. Yaşlı cadı hapsetmiş onu oraya. Peri kızı da aynı bize hikâyeyi anlatan Minik Melek kadar güzelmiş. Fasulye büyüyüp ağaç olmuş, ağacın en üstündeki çiçeğe de peri kızı oturmuş. (Hani biz, geçen ay mıydı ondan önceki ay mıydı ne, pamuğa fasulyeler ekmiştik ya… Hani çimen olmuştular. İşte toprağa koyunca ağaç oluyorlarmış aslında.) “Dile benden ne dilersen?” diye sormuş çocuğa. Çocuk da zengin olmayı dilemiş, peri kızı hemen zengin yapmış onları, bir sürü paraları olmuş. O paralarla bir sürü Karbeyazlar, bir sürü yemekler, bir sürü güzel elbiseler almışlar.

Çocuk ve anası zengin olunca çok kendilerini beğenmişler. Arkadaşlarını tanımaz olmuşlar, görmezden geliyorlarmış, kovuyorlarmış. Allah Baba onlara çok kızmış. Bütün paralarını almış. Sadece bir tane Karbeyazı almamış. Çocukla annesi de çok üzülmüş.

Hikâye bitti. Şimdi Minik Melek’e göstereceğim.

Anonim

10 Mayıs 2011 Salı

Trende

Sabahın körü… Sırf Suskun Geveze trenlerde maceralar yaşıyor diye özendim ona. Bugün, belki başıma daha garip bir olay gelebilir düşüncesiyle her zaman bindiğimi değil, bir sonraki banliyö trenini bekliyorum. Zaten her gün ayrı bir vagona binerdim, her zaman farklı insanlarla karşılaşırdım ama bugün tamamen yabancıyım kalabalığa. Tren geliyor, vagonlardan birine giriyorum. Tıklım tıkışız. Difüzyonla, bulunduğum konumdan daha seyrek görünen bir konuma geçiyorum.

Her yeni mekânda, aslında her tanıdık mekanda da böyle, gözlerim fıldır fıldırdır. Acaba güzel bir kız var mı ortamda, diye bakar dururum. Bugün şanslı günümdeyim. Hemen yanı başımda genç, oldukça hoş bir kız… İnanır mısınız, ilk kez böyle bir güzellik yanında kelebek ruhumu dizginleyip rahat durmaya, onunla ilgilenmemeye karar veriyorum. “Kızı boş ver.” diye düşünüp dışarıyı izlemeye koyuluyorum. Camdan dışarıya bakma isteğim, kızın camdaki yansımasını fark etmemle suya düşüyor. Ben onları aramıyorum, onlar beni buluyor dostum! Kız beni süzüyorken, benim yansımayla yetinmem doğru olmaz.

Yol boyunca bakışıyoruz. Tabi bakışları denk getirmemek gibi yazılı olmayan bir anlaşmamız da var. Kız arada bir saçıyla oynuyor. Saçlarının arasından da beni izliyor çaktırmadan. (Çok önemli yazar notu: Bence sadece saçlarına bakıyordu. C.Ö.) “Sana kim bakar ki?” dersiniz belki ama bugün de epey şık giyinmişim be! Günün ilerleyen saatlerinde okula gittiğimde de bakışlar bende odaklanacak. Tenis tişörtüm falan iyi olmuş üzerime.

Kızı süzüyorum. Güzel dudaklar, hafif bir esmerlik… Estetik duygumu tatmin edebilen ender sabahlardan biri bu sabah… İlk çıkacağım kız da böyle bir güzelliğe sahip olsun diye düşünü… Çat…

Önünde durduğum adam kalkıyor ve dirseğini her nasılsa tam da infraorbitalis bölgeme, gözümün hemen altına geçirmeyi başarıyor. (Çöyn2: Boy ile alakalı bir durum. C.Ö.) Gözlüğüm düşer gibi oluyor, tutuyorum. İstifimi bozmamaya çalışıyorum ama o az önceki, “havalı” olmaya en yakın havam da bozuluyor. Kıza yer veriyorum oturması için. “Havalı değil ama centilmen!” müdahalesi de ağzımın tadını yerine getiremiyor. Kız hemen dibimde ama hiç bakasım yok. Nerede kaldın be durak!

Kirpi

8 Mayıs 2011 Pazar

Kötü Dünya

Bir dört yolda, kaldırımdayım. Ayakta duran kırmızı adamın, yeşil ve yürüyenle yer değiştirmesini bekliyorum. Işık yanıyor. Karşıya geçmeye yelteniyorum, ilk adımımı atmışım ya da atmayı aklımdan geçiriyorum. Bir çarpışma sesiyle başımı dört yolun merkezine çeviriyorum: Bir otomobil, sürücü koltuğunda bir bayan, arabanın önünde bir motosiklet… Motosiklette kimse yok.

Havada bir kask, peşinden bir beden sürükleyerek süzülüyor. Bana doğru uçuyor! Hemen geri çekiliyorum. Kask, içindeki kafa ile birlikte ayaklarımın azıcık önüne düşüyor. Benim ayaklarımın önüne… Geri çekilmiş olmasaydım ayaklarım tarafından doldurulacak olan hacmi dolduruyor adam. Yere kapaklanmış, öylece duruyor.

Adamın bedeni, neyse ki cesedi değil, kıpırdanıyor çok geçmeden. Elleri üzerinde doğrulmaya çalışıyor. Başarılı da oluyor. Kaskını iki elinin arasına alıyor, dirseklerini dizlerine dayıyor, kaldırımın kenarına çöküyor. Motor sürücüsünün oturduğunu gören kadın, arabasının kapısını kapatıyor ve yoluna devam ediyor! Allah kahretsin, şu tepkiye bakın! Ama şu sırada durumu benim için daha vahim hale getiren şey benim tepkim… Bir tepkimin olmaması…

Hareket etmek istiyorum ama buna engel olan bir şeyler var, beceremiyorum. Doktor olursam kriz anlarıyla böyle mi başa çıkacağım? Şu an yapabildiğim tek şey etrafı izlemek, şekiller görmek, sesler duymak. Ama gerçekten hissetmeye gelince sıra, koca bir hiçlik duygusu… Dedim ya, sadece izliyorum, diye. İzlemek de nasıl bir izlemek! Hani filmlerde yavaş çekim akar ya bazı sahneler özellikle heyecanın dorukta olduğu saniyelerde, işte tam da öyle akıyor zaman. Damla damla… Her ayrıntı kazınıyor aklıma: Motorun rengi, kazayı görüp de ilk koşan esmer adam, yanımda duran sarışın kadın…

Dizlerimin kilidi açılır açılmaz evimin yolunu tutuyorum. Kendimi salondan içeri, kanepenin üzerine, televizyonun karşısına atıyorum. Terör, cinayet, tecavüz, kaza haberleri almak üzere beklemeye koyuluyorum. Alışmak zorundayım, çok kötü bir dünyada yaşıyorum. Sen de öyle…

Entomofobia

6 Mayıs 2011 Cuma

Geveze

Günün sonlarında, fen lisesinin bahçesindeyiz. Üşüdüğünü söylüyor Suskun Geveze. Montunu giymek ve bunu yapabilmek için benim de hırkamı giymemi istiyor. Yanındaki kız soğuğa karşı tepkisizken üşümeyi gururuna yediremiyormuş beyefendi. Güç bela ikna ediyor beni hırkamı giymeye, neşeyle geçiriyor montunu sırtına, konuşmaya öyle devam ediyor.

Birkaç ay önceydi. Yaklaşık on kişilik bir grupla Ankara’ya gidecektik. Bir arkadaşından buldum telefon numarasını ve mesaj attım, Ankara’da bize yardımcı olup olamayacağını sordum. Gecenin bir yarısıydı ben mesajı gönderdiğimde, hemen uyumuşum. Son kısmı iletilmeyince öğrenememiş mesajın kimden geldiğini. Mesaj atmış merak edip, kafa patlatmış kim olduğum üzerine. Ertesi gün kimlik bilgilerimi içeren kısmını da ilettiğimde aramış, yardımcı olamayacağını söylemiş, hal hatır sormuş, telefonu kapatmıştı.

Her yöne tarifesinden yararlanmak için Turkcell’e mesaj atarsınız, kayıp kredi kartı bildirmek için Akbank’ı ararsınız, sınav olup olmadığını öğrenmek için normal şartlarda münasebetiniz olmayan bir insanla irtibata geçtiğiniz de olur. Ona mesaj attığımda da tek amacım yardımıydı. Ama o bana bunu değil, sonrasında uzun uzun mesajlaşmalarla devam edecek güzel bir arkadaşlık verdi.

Dönemin sonu yaklaşırken birkaç günlüğüne İstanbul’a, benim şehrime, döneceğini söyledi. Programında (!) bana da vakit ayırmasını rica ettim ve o vakti buldu da. Uzun süredir mesajlaştığım bu insansıyla üç boyutlu görüntülü konuşma fikri garipti.

Yurt girişinde bekliyordu beni. Kısa boyluydu, (ben de pek dev sayılmam) gözlüklüydü, (benim gibi) zayıftı. (bu noktada da farklı değiliz) Fen lisesinin bütün getirilerine sahip çok ve boş konuşkan bir tip… Zaman kaybetmeden okuldan ayrıldık ve kahve içmeye gittik. Toplam yedi saat geçirdik birlikte. Tek saniye sustuysak o da nefes almaktandı. Anlatacak bunca şeyi nereden bulmuştuk bilmiyorum. Belki de Pandora’nın kutusunu açtık da bu konuları oradan çıkarttık. İyi de yaptık.

Ayrılırken, montunu dakikalar önce çıkarıp eline aldığını, üşüme hikâyesinin de sırf bana hırkamı giydirmek için oynanmış bir oyun olduğunu fark ediyorum. Elini sıkıyorum. Pandora dönüp de kutusunun boş olduğunu gördüğünde ona ne cevap vereceğimizi düşünüyorum.

Yanlışlar Prensesi

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Program

Programlı bir hayat düzeni sizi ileri taşır. Programa bağlı kalmak, İstanbul’daki bu üçüncü günümde vaktimi verimli kullanabilmek için en önemli yardımcım olacak. İlkokuldaki İngilizce öğretmenimin ilk iki dersi boş, güne onunla merhaba diyeceğim. Öğlense Yanlışlar Prensesi ile buluşacağım, o zamana dek yorgun düşersem bile içeceğimiz birer kahveyle enerji depolayacağım. Zamanım epey artacak, akşama doğru Entomofobia ile görüşebilecek, bu günü mükemmelliğin de ötesine taşıyabileceğim.

6.30 – Uyanış... Dershanede ygs ya da lys kampı öncesiydi. Rehberlikçimiz, benden ve adaşımdan günlük program için bir öneri istemişti. “Kalkış” yerine bu sofistike ismi kullanmamız programın gerisini önemsiz kılmış, programı baştan reddettirmişti. Ama bugün, uyandığım bu saate yine bu adı koydum: Uyanış.

7.00 – Kalkış… Evet, iyisiyle kötüsüyle 30 dakikayı ve yorganıyla çarşafıyla dağınık yatağı geride bıraktım. Yüzümü yıkıyorum, dişlerimi fırçalıyorum. Dışarıda bulutlar var, yağmur yağdı yağacak, hatta belki yağıyor ama güçsüz gözlerim algılayamıyor yere inen su tanelerini. Üzerimi değiştiriyorum. Mavi kalın bir hırka, yeşil bir mont, kahverengi bir pantolon… Kendimi kuru ve soğuk havaya teslim ediyorum, okulun yolunu tutuyorum.

7.30 – Yürüyüş… İlkokuluma yaklaşıyorum. İngilizce öğretmenimle görüşeceğim. 5 yıl sonra ilk kez… Aslında garip bir hikâyesi var onunla tekrar buluşacak olma öykümüzün. Duvara çarpmama ramak kalmışken beni gören bir bayanın silueti, öğretmenimi ve onu ne kadar özlediğimi hatırlatmış, hemen ertesi gün arayıp buluşmak istememe sebep olmuştu.

8.00 – Buluşma… 7.30’dakiyle aynı yerdeyim. Kuyruğum bacaklarım arasına sıkışmış, geri dönüyorum. O bulutlu lanet hava vardı ya, şimdi güneş açtı. Montumu çıkardım ama sıcaktan ölüyorum. Buluşmaya gelince… Öğretmenimin ilk iki dersi gerçekten boş… Ama o söz konusu ilk ders saat 12.30’ta başlayacakmış.

8.30 – Sohbet… Yanlışlar Prensesi ve Entomofobia ile mesajlaşıp buluşma programımdaki değişiklikten haberdar ediyorum ikisini de. Öğretmenimle, Yanlışlar Prensesi’yle buluşmayı düşündüğüm saatte buluşacağım, Yanlışlar Prensesi’yle daha geç bir saatte buluşmaya karar veriyoruz, Entomofobia ile yarın görüşeceğiz.

9.30 – Ayrılış… Kendimi yatağa atıyorum. Dün gece sadece 3 saat uyumuştum. Uykuya ihtiyacım var.

Gördüğüm üzere hayatım kader denilen asla şaşmaz bir programa sahip ve ben de her zaman o programa uygun hareket ediyor, zamanımı mümkün olan en iyi şekilde değerlendirmiş oluyorum. Bu “kader” fikrinin aklıma gelişiyle de ilk paragrafı değiştirmek zorunda kalmıyorum. Ayrıca kendime not: Programa "Uyanış" diye başlanmaz!

Suskun Geveze

3 Mayıs 2011 Salı

Pinhani'ye Açık Mektup

“Herkes köşesini kapmış, iyi ama ben nasıl büyük adam olacağım?”

Selam Pinhani. Ben Majeste. Herkesin köşeleri kaptığından şikâyet edip nasıl büyük bir adam olacağını sormuşsun. Şimdi ben de sana soruyorum Pinhani. Hele bir söyle bakalım: Şu köşe ne köşesi? Yaz köşesi… Peki şu köşe ne köşesi? Kış… Değil mi? Kış köşesi… Peki ya şu ortadaki ne şu ortadaki? Su şişesi… Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Ortada su şişesi dururken gözünü boş, dımdızlak köşelere dikmişsin. Yere bakan yürek yakıyorken sana, boş köşelerde gözü kalana ne demeli nasıl muamele etmeli inan çözemiyorum. Geç ortaya, al şu su şişesini, efendi efendi otur orada, adamı da hasta etme.

Majeste

1 Mayıs 2011 Pazar

Kesilen Yollar

Güzel ama “ama”sı bol bir şehir Ankara… O yüzden ayda bir, yedi tepeli şehre kaçıyorum. Şu an da firardayım. 4 günlük bir kaçış bu, sonra kelepçenin bir halkasını bileğime, ötekini başkentin böğrüne geçireceğim.

4 günü en iyi şekilde değerlendirmek, değerlendirilememiş zamanı da bilgisayara abanarak harcamak öncelikli hedef. Dönemce bir buluşmaysa, en iyi şekilde değerlendirmek amaç olduğunda fevkaladenin fevki! Dönemdeki en değerli dostum Papatya ile mesajlaşıyorum, hazırlanıp kendimi sokağa atıyorum.

İki çocuk deli gibi koşuşturuyor. Belki de “İstanbul’da sokakta oyun oynayabiliyor muydunuz?” diye soran arkadaşıma inat bir koşuşturmaca bu. Oynanabiliyormuş. Çocuğun biri gelen arabanın önüne, yol kenarındaki satıcıların yürekleriyse ağızlarına geliyor. Ama temas yok, çocuk sağlam. Akşama doğru aynı noktada hız yapan bir motor, ara sokaktan çıkan bir minibüse çarpacak. Motordaki iki kişi ve minibüsün şoförü yara almamış olacak, kafalarına bile takmayacaklar kazayı, gidecekler yollarına. Benimse aklımda, taraflar uzaklaştıktan sonra "Kazada suç kimdeydi?" tartışması yapan kalabalık kalacak.

Durağa yürüyorum. Bir arkadaşım yolumu kesiyor, uzun zaman oldu görüşmeyeli, konuşuyoruz biraz. O sırada bir düğün konvoyu çekiyor dikkatimizi. Çalan kornalar olmasa umurumuzda değiller ama çok rahatsız ediyorlar be. Şakalaşıyoruz kessek mi yolunu diye. Ama eşek kadar herifleriz, yakışık almaz herhalde diyoruz. Hem Papatya’yı daha fazla bekletmek istemem. Görevi olan bir insanın böyle… O da ne? 14 B… Otobüsün şoförü direksiyonu kırıyor, düğün konvoyunun yolunu tıkıyor. Sonra tekrar kendi şeridine geçiyor, konvoyun başındaki araçla yan yana geliyor, 10 lirasını alıp yoluna devam ediyor.

Epey şaşkınım. Ve sanırım Papatya bir yerlerde büyüdü, ağaç oldu.

Suskun Geveze