25 Temmuz 2011 Pazartesi

Sarhoş

Dün gece gerçekten başarılıydı. Cümle kuruluşu garip gelmiş olabilir size. Normal zamanlardaki kullanımım da böyle: Bir şey güzelse, başarılıdır. Yani olayın dün kör kütük sarhoş olmamla, bu kanepede sızmış olmamla en ufak bir ilgisi yok. Ya da var, bilmiyorum. Saat kaç? Vücudumun altında bir yerlerde kanepeyle aramda, Beşiktaş Marşı eşliğinde titreşen telefonum 7 olduğunu söylüyor.

Buradan doğrulmam, telefonu susturmam epey zaman alacak. Bu arada dün geceden söz edeyim biraz. Derin bir sessizlik… Sanırım bunu başaramayacağım. Ne içmiştik ki biz? Neyse… Belimin altındaki telefonu buluyorum, susturuyorum.

“İngilizce Müneccim… Müret… Müter… Mütercim Tercümanlık” okuyorum. Günlerden ne olduğunu bilmiyorum ama alarm çaldığına göre 2 saat sonra dersim var. Kalkıyorum kanepeden. Cüzdan, öğrenci kimliği, anahtarlarım, ego kartı, sigara… Elimde duran telefonu kaybetmezsem bu beş objeyi bulduğumda okula gitmek için önümde engel kalmayacak. Hepsini buluyorum, telefonsa elimde. Hazırım.

Bahçeli ya da Tandoğan’daydı arkadaşlarımın evi, oradaydım. Birkaç dakikalık yürüyüş ardından bir durakta buluyorum kendimi. Hacettepe’ye giden otobüsler buradan da geçiyor. Şu ünlü 230 numaralar… İlk gelene biniyorum. Milli Kütüphane’ye gelene dek etrafı seyrediyorum.

Milli Kütüphane’nin önündeyiz. Üzerime bakıyorum. Neyin kafasını yaşıyorum lan ben? Bunlar benim pijamalarım… Pijamayla gidiyorum okula! İnanamıyorum kendime. Aklım başımda değil, ne yaptığımın farkında değilim. Ağzım bira ve votka kokuyor, üzerimde pijama var ve ben bu halde derse gidiyorum, öyle mi? Bu arada dün ne içtiğimizi de hatırladım: Bira ve votkaydı.

Otobüsten iniyorum. Çevreye bakıyorum. Daha önce çok kez geçtim buranın önünden, okula giderken geçilen herhangi bir duraktan farksızdı burası. Peki ya nasıl geri döneceğim? Birkaç dakika boş boş düşünmekle geçiyor. Yolun karşısına geçmeyi akıl edebiliyorum. Pijamam belimde rahat durmuyor. Sahi, ego kartı, telefon, cüzdan, anahtarlar, sigara ve kimlik nasıl sığdı bu ceplere?

Anonim

22 Temmuz 2011 Cuma

X Rey

Bilgisayarın başındayım. Facebook’ta dolaşıyorum. Dolaşmak da ne biçim dolaşmak ha! Kız mız yok anasını satayım. (Çok Önemsiz Yazar Notu: Aslında bu bölümü daha iyi aktarabilmek için argomuzun bambaşka bir deyimini kullanmam gerekirdi, sevgilim okuyor bazen, beceremedim.) Komşu dükkândaki köftehorlar her gün yeni bir kızla tanışıyor, her gün yeni bir hikâyeyi ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şansım yok ki anasını satayım. Bana düzgün kız denk gelmiyor. Güzel birkaç kız görmedim mi? Gördüm, arkadaşlık teklifi de ettim ama sonuç yok. Mesajlarım ulaşmıyor galiba, daha kabul etmedi kimse.

Ben de, internette sevgili arayan her standart erkek gibi şansımı Okey’de deniyorum. Ama masaya düşen kızların ağızları, dudakları, güzel fizikleri, çok güzel fotoğrafları var, dilleri yok. Güzelsin diyorum, sevgilisi olup olmadığını soruyorum, beni eklemesini söylüyorum, adımı söylüyorum ama sonuç yok. Cevap veren yok. Yazdıklarım ulaşmıyor anasını satayım, artık eminim.

Okey oynamaya devam. Sağda bir reklam dikkatimi çekiyor. “Mucize gözlük” Mucize gözlük! Heyecanlanıyorum. Tıklıyorum.

Şahin gözü… Teknoloji… Polarize ışık… Ultraviyole koruması… Okuduğum her yeni kelimeyle heyecanım daha da artıyor. Ama hala tam olarak çözemediğim şeyler var. Dükkânın telefonu bilgisayara biraz uzak kalıyor. Bir kâğıt kalem alıyorum bilgisayarın yanına, telefon numarasını yazıyorum, telefonun yanına oturuyorum, heyecan içinde ahizeyi kaldırıyor, numarayı tuşluyorum.

“İyi günler… Nasıl yardımcı olabilirim?”

“Şimdi sizde x rey gözlük var mı?”

Karşımdaki adam ne dediğimi anlayamıyor. Hem niye bir erkek cevap verdi ki telefona? Bir kadın olsa karşımdaki daha rahat anlaşırdık eminim ki. Karşımdaki adam odun herhalde, bilmiyor mu x reyin ne olduğunu? Gözlükçü sonuçta, kendi ürününü mü tanımıyor? Diyelim ki onlar üretmiyor, yine de bu işi yapan insan diğer gözlüklerden anlamaz mı?

“Ya kardeşim… İşte insanların içini gösteren cinsten…” Bak şimdi. Adama x reyin ne olduğunu da ben anlatıyorum. Sonunda anlıyor ama hevesimi de kursağımda bırakıyor. Yokmuş öyle gözlükleri. Hevesim kursağımda kalıyor. Kapatıyorum telefonu.

Gözde diye bir kız geldi karşıma. “Ortak, elin nasıl?” diye başlayayım, oradan sohbeti kurarız zaten.

Anonim




* Tırnakların içlerine el değmemiş olmakla birlikte kalan hepsi hayal gücümün ürünüdür.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Zeus

Gece yarısı… Masanın üstünde radyom, radyo özellikli telefonum var. Buzdolabının kapısını açıyorum, kapı tarafındaki raftan yarı dolu süt kutusunu ve hala neden orada olduğunu çözemediğim, aklımın almadığı kahve kavanozunu alıyorum. Günlerdir çözemediğim bir şey daha var: Hangi akla hizmet, gecenin bu saatinde kahve yapıyorum?

Müzik kesiliyor, gecelerin renkli kişiliği bir kez daha mikrofon başına geçiyor. Uyanıksam sebebi o ve radyodaki programı. Dinlemeyi seviyorum ağabeyimizi, yapacak bir şey yok. Bu 3 saat mutlaka ama mutlaka onun sesiyle geçecek, havaya karışan horultularımla değil.

Kaynayan sütü cezveyle birlikte ocaktan alıp tezgâhın üzerine koyuyorum. Dudaklarımı cezveye yaklaştırıyorum ama süt içmiyor, süte üflüyorum. Sütün üzerindeki kaymak tabakası iyice kalınlaşıyor. Nefret ederim kaymaktan. Bir çay kaşığıyla o tabakadan kurtuluyorum. Sütü, kardeşime hediye edilmiş ama kendi zimmetime geçirdiğim kupaya boca ediyorum. Biraz kahve… İnce bellide de, büyük su bardağında da olsa çaya; su bardağında da, koca kupada da olsa kahveye uygulanan standart prosedür gereği “iki çay kaşığı” şeker… Hazır.

Kupa“m”ı, telefonumu alıp odama, yatağıma gidiyorum. Sistem kurulu vaziyette… Yatak, sütü koymak için masa, dizüstü… Sütü bırakıp dizüstünü alıyorum. Yatağıma iyice yerleşiyorum. Ayaklarım uzatılmış, üzerlerinde bilgisayar, yanımda kahvem duruyor. Uzun süredir internet bağlantımın kesik olmasından mütevellit evdeyken sanal âlemde sörf yapıp ıslanmak yerine resimler çizmek, boyaya bulanmakla meşgulüm.

Haziran başlarında başladı saat 3’e kadar uyanık kalma huyum. Sevgilim geç saatlere kadar ders çalıştığında, o uyumadan hemen önce “İyi geceler” diyebilmek içindi başlardaki çabam. 2’ye kadar “Majeste” sayesinde tanıştığım bu radyocu, 2’den sonra damarlarımda gezinen kafein yardımıyla uyanık kalıyordum. İkisi de bağımlılık yaptı.

Gecenin bu saatinde bu adamı dinlemek gerçekten neşe veriyor bana. Bu sabah iş yerinde, internetten bir fotoğrafını bulmuştum. Suratını ilk görüşümde hayal kırıklığı yaratmıştı bende. Kel, zayıf, maymundan geldiğimizin kanıtı olabilecek bir insan formuydu gözümde. Şimdiyse sesini dinliyorum. Şu gecenin şu saatinde beni ayakta tutan bu adamın sesi de eşlik ederken, görüntüsünün bu kez o kadar da itici gelmeyeceğine eminim. Fotoğrafı açıyorum: Zeus kostümü giymiş, peruk takmış bir maymunsu. Yanılmışım. Hala çok itici! Programı yarıda bırakıyorum, buna mecbur kalıyorum. İyi geceler Onur Yar.

Suskun Geveze

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Geceme Doğan Parlak Güneş

Her geceki gibi radyo görevindeki telefonum, dizüstü bilgisayarım ve yatağımın rahatlığıyla birlikteyiz. Haftanın dört gecesi aynı radyocuyla geçiyor. Programı asla kaçırmam, yine onu dinliyorum.

Moralim bozuk aslında. Bunu, radyo programının yardımıyla gölgelemek hoşuma gitti. Ama her telden çalan adam susup da müziğin çalmaya başladığı zamanlarda, ilgimi sorunlarımdan başka yöne çeviremiyorum. Aklımda tehlikeli düşünceler dolaşıyor. Ta ki yeni bir anons gelinceye kadar… Bu sırada telefonum çalıyor: Radyo olarak kullandığım telefonum! Titremeye başlıyor dolayısıyla anons kesiliyor. Hayırdır inşallah… Kimi kandırıyorum? Bu saatte kim, neden hayırlı bir iş için arasın ki beni?

Arayan, Papatya… Sevgilim mesaj atmış ona: “Suskun iyi değil.” diyerek şikâyet etmiş beni! O da durumumu merak etmiş, aramış. Henüz derdimi bilmeden moralimi düzeltmek için elinden geleni yapıyor, takdir etmek gerek, çok uğraşıyor. Papatya sorunumu merak ediyor ama asıl sorunu şimdi yaratıyor. Anonsum kaçıyor, konuştuğumuz her saniye anonssuz geçiyor! Nihayet telefon kapandığında rahat bir nefes alıyorum. Program şarkıyla devam ediyor.

Şarkının sonuna geliniyor. Sıra tarihte bugün bölümünde… Bu bölüm de hoşuma gidiyor. Adamın not aldığı olayları dinlemek güzel… Telefonum tekrar titriyor. Bu kez Papatya’ymış beni şikayet eden, sıra İptal’de. Bu gece intihar edeceğim ya, yarın için buluşma koparmaya çalışıyorlar benden. Reddettikçe daha da endişeleniyorlar. Gencecik bir insanım, nasıl cesaret ederim başarılarla dolu (evet, kesinlikle başarılarla dolu) bir ömrü sonlandırmaya? Ama aklımın bir köşesinde bu seçenek de yok değil. Telefon görüşmesi son bulmazsa önce kendi kafama, sonra da İptal’inkine ikişer el sıkacağım. Nihayet İptal’le yaptığım görüşme de sonlanıyor, “Tarihte bugün” bölümüyle birlikte… Program şarkıyla devam ediyor.

Seviyorum arkadaşlarımı… Radyodan gelen ay ışığı yetiyor bana. Onlarsa geceme doğan güneş gibiler. Ama bu gece vampir kalmak istiyorum. Onların ışığı huzursuz ediyor beni. Allah aşkına bu gece, bir gece kötü, umursamaz insanlar olun. Beceremezsiniz ki…

Suskun Geveze

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Yapma Hades!

Bir yatak, yastık ve konsepte pek uygun olmasa da gözlük satıcısındayım. Yaklaşık 20 metre uzunluğunda 5 metre genişliğinde bir mağaza burası. Girişin tam karşısındaki masada oturuyorum. Ben ve arkamdaki masada duran kardeşim dışında kimse yok şu an. Evet, mağazadan ben sorumluyum. Sadece hafta sonları çalışıyorum. Cumartesi günleri, hafta içi çalışanlardan birileri dönüşümlü olarak yanıma geliyor. Bugünkü elemanı bekliyorum.

Kardeşim on yaşında, zeki ve hareketli bir kız. Gezmeyi tozmayı, bebekler gibi bir şeyleri merak edip kurcalamayı, orta yaşlılar gibi konuşmayı, gençler gibi gürültü yapmayı çok sever. Kısacası tam da ablası olacak bu deliye çekmiş: Bana. Onu bir yerde uzun süre tutmak, birkaç küçük kozunuz yoksa mümkün değil. Ama benim tabi ki bir kozum var. Mini dizüstü bilgisayarda Selena’nın bir bölümünü açtım internetten, kardeşimi de önüne oturttum. Uzun süre kalkamaz artık. Ben de bir bölüm süresince kafamı dinlerim.

Sayfa yüklenedursun, ben de sekreter masasında dizüstü bilgisayarla sosyal ağlarda geziniyorum. Ön kapı açılıyor, Suskun Geveze görünüyor. En son iki sene önce görüşmüştük, tekrar burada çalışmaya başladığını bilmiyordum, aslında hafta içleri bu şirkette neler döndüğüne dair hiçbir şey bilmiyorum, güzel bir sürpriz oluyor. Yerimden kalkıyorum sarılıp hasret gidermek için. O sırada fonda bir müzik ve ona en yüksek sesiyle eşlik eden kardeşim: “La lala lala Selena Selena!” Anlıyorum ki Beyza otururken de bana rahat yok.

Geveze masanın öteki tarafında, müşteri koltuklarından birine (Müşteri koltukları özeldir, oturduğu yerde özel bir yastık var, velinimetin kaba eti rahat etsin diye.) (Benim altımdaysa koltuğun kaba derisi…) oturuyor, sohbet etmeye başlıyoruz. Tıp fakültesi kazandığını biliyordum zaten, sevgili meselelerini sorup öğreniyorum. Sohbet Beyza’nın serzenişiyle kesiliyor: “Hades çok kötüsün!”

Bugün diğer hafta sonlarından farklı olarak gelen giden çok oluyor. Bu hafta kapıyı duayla açtım, işe yaramış demek ki. Birkaç müşteriden sonra patron da mağazaya teşrif ediyor, odasına çıkıyor. Beyza, patron geldiği sırada uslu bir kız olsa da şu an rahat durmuyor. Müşterilerle mi ilgileneyim, kardeşimi mi zapt edeyim bilmiyorum. Onu kendi halinde ekranın karşısında bırakıp bir süre sonra müşteriye ürünleri tanıtmaya dalıyorum.

“Yapma Hades!” Kardeşimin bu haykırışı buraya, ona en uzak uçtaki yatağa kadar ulaşıyor. Mağazadaki herkes, bakışını Beyza’nın olduğu yöne çeviriyor. Evet, yapma Hades! Sen bir şey yapma ki Beyza da sussun!

Anonim


14 Temmuz 2011 Perşembe

Sürpriz Yumurta

Minibüsteyim. İstanbul’a birkaç dakika önce ayak bastım. Koca bir sekiz ay geçirdim başkentte ama sona erdi. Bugünden itibaren, ait olduğumu hissettiğim bir yerde, bu şehirde geçireceğim günlerimi. Ta ki yeni eğitim öğretim dönemi başlayana kadar…

Küçük bir bavul, bir sırt çantası ve şu an bana çok ağır gelen, eve varır varmaz kurtulmayı planladığım bir pantolon, bir tişörtle köprünün altında iniyorum minibüsten. İndiğim, görece işlek durakta, ancak az önceki minibüstekiler kadar insan var: 5–6 tane. Hayat henüz tam manasıyla başlayamamış İstanbul’da. O insanları arkamda bırakıyorum. Şu an geçtiğim yolu son kullanışımda manyak bir kedi dolanmıştı ayağıma da galiba bir yerlerine basarak canını acıtmıştım. Aynı hatayı tekrarlamamak için gözlerimi dört açtım, evime doğru yürüyorum.

Üçüncü kata kadar azimle tırmanıyorum. Nihayet dairenin girişi göründüğünde bavulumu kapının önüne fırlatıyorum. İki kolumdan birini sırt çantamdan kurtarıyorum, merdivenlere oturuyorum. Ayaklarım bu seyahatte çok yoruldular. O küçük hücrelere, ayakkabılarıma, hapsolmuş halde yaklaşık yedi saatlik bir macera yaşadı her biri. Ayak tabanlarımın tahriş olduğundan şüphem yok. Onları daha fazla rahatsız etmeden özenle çıkartıyorum ayakkabılarımı. Ayağa kalkıyorum, cebimdeki anahtarı yuvaya yerleştirip iki kez çeviriyorum. Tarihim kadar eski bir dünyanın kapısı açılıyor. Ben geldim!

Çantamı, bavulumu evin içine atıp kapıyı kapatıyorum. Annem beni bekliyormuş zaten. Kapının sesini duyunca sesleniyor bana. Yatak odasına gidiyorum. Beni öpmesine, sarılmasına, şımartmasına izin veriyorum. Nerede olduğunu soruyorum.

Kardeşim mi? Yatağındadır yüksek ihtimalle… Horul horul uyuyordur. Hayır, sorduğum şey kardeşimin yeri değil. Yedi saattir yollardayım, pekâlâ tuvaletin yerini soruyor olabilirim. Bu odadan çıkıp sağa dönmem, biraz ilerlemem yeterli. Ama aradığım şey tuvalet de değil. Zaten yıllardır aynı yerde… Minik Melek’imin bana aldığı pelüş eşek mi? Evet, benim için değerli, ama sevgilimin bende gördüğü şeyi görmek istediğimi zannetmiyorum. Başka bir şeyi arıyorum: Çocukluğumu.

Bavulumdan bir kutu çıkarıp balkona koşuyorum. Balkonda, masanın üstünde, gayrinizamî bir halde duran onlarca oyuncağa bakıyorum. Hepsi sürpriz yumurtadan çıkmış, küçük, renkli, desenli, bir sürü plastik… Ankara’da çok kötü bir alışkanlık edindim. Elimdeki kutunun kapağını açıyorum ve içinden, bu kötü alışkanlığımın meyvelerini çıkarıyorum: Daha fazla sürpriz yumurta oyuncağı! Onları da boca ediyorum masanın üzerine, yeni kardeşleriyle tanışsınlar, kaynaşsınlar diye.

Pantolonumun fermuarını indiriyorum. Burada bekleyin. Üstüme rahat bir şeyler giyip yine geleceğim. Elimde bir kutu daha olacak.

Suskun Geveze

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Yağmur

Bir mesaj daha geliyor telefonuma. Suskun’un metroya inmek üzere olduğunu bildiren o son mesajı üzerinden yirmi dakika geçmişti, bu seferkinin içeriğini tahmin etmek zor değil: “Kurtuluştayım.” Sevgilim bu mesajla kurtuluşu getiriyor bana. Hemen, yanımdaki çantama tıkıştırıyorum defterlerimi, kitaplarımı, notlarımı. Birkaç saattir ders çalıştığım bu mekânı terk ediyorum aceleyle. Çalışma salonundan çıkıp koşar adımlarla Kurtuluş’a yürüyorum.

Yine aynı yerde, Yurtlar Sokağı’nın girişinde karşılıyorum onu. Birbirimizi görür görmez gözlerimiz parlamaya başlıyor. Gözlük numarası büyük, sürekli bilgisayar karşısında vakit geçiriyor şaşkın, gözleri daha fazla bozulacaktır. Bir gün beni seçemese bile gözümün ışığından bulabilecektir, biliyorum. Sarılıyorum ona vakit kaybetmeden. Sıkıca, hiç bırakmamacasına doluyorum kollarımı boynuna. O da belime sardığı kollarıyla boğmaya çalışıyor beni. Rahatsız olmuyorum. Bundan daha güzel bir ölüm şekli hayal edemiyorum.

Bozan hava yüzünden uzun uzun sarılmak yerine bu çok sevdiğimiz Diyet Kafe’ye geliyoruz. Girişin sağında, pencere kenarındaki masaya oturuyoruz. Her zamanki gibi “formalite icabı yemeği seçme” görevi üzerime kalıyor. Birkaç önerime olumsuz yanıt aldıktan sonra Suskun’un istediği çeşitte karar kılıyoruz. Tabaklarımız önümüze geliyor.

Bugün Ankara’dan ayrılacak Suskun. Bense sınavımın olduğu güne dek bu şehirde kalacağım, tek başıma. Bu, bu dönem, buradaki son buluşmamız. Dolayısıyla duygusal bir moddayım şu an. Sarılıyorum sevgilime. Sizler hep bir Geveze olarak biliyorsunuz onu, bense Suskun olarak tanıdım. Yoksa nasıl kandırırdı beni? Yine susuyor. O da yemeğini bırakıp bana sarılıyor. Sağanak başlıyor. Sadece gökten değil benim gözlerimden de damlalar düşüyor. Yağmur yağıyor, ben ağlıyorum. Yağmur şırıl şırıl, ben hüngür hüngür gözyaşı döküyoruz.

Suskun’un tişörtü iyice ıslanıyor, kendime geliyorum biraz. Yemeğin yarısını tabakta bırakıp terk ediyoruz kafeyi. Kötü bir zaman seçtik, yağmurun dinmesini beklemeliydik. Yapmadık. Şemsiyemiz yok, montumuz yok, kapüşonumuz bile yok. Sadece birbirimize sahibiz bugün. Yurdun kapısına kadar yürüyoruz. Koşuşturmadan… Çünkü ne kadar geç varırsak yurda o kadar geç ayrılacağım ondan. Yağmur da zaman da insafsız davranıyor bana. Kuru tek bir noktamız ve geçirecek fazladan tek saniyemiz kalmıyor.

Uzun bir son sarılıştan sonra yanaklarına birer öpücük konduruyorum. Yurduna vardığında üstünü değiştirmesini tembihliyorum. Hayır, emrediyorum, mutlaka değiştirmeli! İçime sinmese de bırakıyorum ellerini. Kapıdan çıkışını, yeniden yağmurla buluşmasını seyrediyorum. Sırılsıklam bir sevgili görüyorum, âşık bir sevgili görüyorum, benim sevgilimi görüyorum. Ve artık bir şey göremiyorum, köşeyi dönüyor.

Minik Melek

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Sabah

Uyandım. Çıkmak istemiyorum bu yataktan. Kim kalkmak ister ki? Sanki eylemsizlik yasalarını tekrarlayan deneyleriz hepimiz: Yataktaki insan yatmak, ayaktaki insan uyanık kalmak istiyor. Ama ders çalışmam gerek. Bu hafta sonu sınavım var: Lisans Yerleştirme Sınavı. Dandik mi dandik bir isim… Ama bu sınavda başarısız olmak bana koca bir yıla mal olur. İsminin saçma oluşunu umursamadan onu ciddiye almam, öncesinde biraz çaba sarf etmem gerek.

Yataktan çıkmıyorum, doğruluyorum. İlk işim cep telefonumun alarmını susturmak ve mesajları kontrol etmek… Yastığın az ötesinde buluyorum onu. Yeni mesaj yok. Hazır elim değmişken internete de gireyim bari. Birkaç saniye bekliyorum. İnternette, Facebook’ta, yeni bir haber yok. Ayaklarımı halıya, telefonumu yatağımın yanındaki masaya bırakıp banyoya gidiyorum.

Yüzümü yıkıyorum. Saçlarımı yakın zamanda kızıla boyatmıştım. Bu yeni görüntümü bir kez daha inceliyorum. Saçlarımın hali içime sindiğine göre bana yakışmış olmalı. Aynadaki, güzel bir kız, kabul etmek gerek… Hayır, narsist değilim, öyle demeyin. Büyük bir yarası, lekesi olmaması halinden, gözlerin burnun yanlarında, kaşların altında oluşundan, en basit anlamda güzellikten bahsediyorum. Âşık olunası bir güzellik olup olmadığı hakkında son kararı ancak gelecekteki sevgilim “Berksancan” verebilir.

Mutfaktayım. Koca bir bardak soğuk suyu boğazımdan aşağı boca ediyorum. Mutfak camından dışarıyı seyrediyorum birkaç saniye. Sokaktan tek tük adamlar, kadınlar geçiyorlar. Havada nefis bir beste yankılanıyor. Kuşlar neşeyle cıvıldaşıyor, henüz insanlar gürültüleriyle, diğer sesleri kirletmeden önce.

Huzurla doluyum. Yatağıma dönüyorum. Mışıl mışıl uyuyorum. Sahi… Zaten niye uyanmıştım ki?

Yanlışlar Prensesi

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tiyatro Maskesi

Yataktayım. Ağzımın yarısı kapalı, diğer yarısıysa yastığıma salya akıtmakla meşgul… Uyanığım, bilincim açık, iki tane iki dört eder ama şu an ağzımı kapatamıyorum. Yatmak için öyle bir pozisyon bulmuşum ki kapanmıyor meret. Yastığım sırılsıklam. Ağzımı kapatmakla uğraşmak yerine kalkmayı tercih ediyorum. Bu musluğu sıkmanın başka bir yolu yok. Kalkıyorum ve yastığın halini görüyorum. Akşama kadar unutacağım bir not bırakıyorum kendime: Yastık kılıfını değiştir!

Lavabodayım, aynanın karşısına geçiyorum, yüzümü yıkıyorum. Gözlerimdeki çapaklardan kurtuluyorum. Gözlük camlarımın numarası çok büyük… Ve o gözlük şu an gözümde değil. Aynadaki beni doğru düzgün seçemiyorum bile. Odaya dönüp gözlüğümü buluyorum.

Bu arada bir gariplik seziyorum yüzümde. Evet, evet… Sağ tarafım uyuşmuş durumda. Parmağımla dürtüklüyorum dudağımı. Parmağım dokunuyor, farkındayım ama dudağım hissetmiyor. Çok ilginç… Salya yüzünden tahriş olmuştur belki yüzüm. Ama hayır, o zaman acır, rahatsız ederdi beni. Buysa içimi hoş eden bir uyuşma. Tekrar lavaboya gidiyorum. Aynanın karşısına geçiyorum. Yüzümü, yüzümdeki ayrıntıları seçebiliyorum. Nedense gülümsüyorum. Ve gülümseyişimi aynada görür görmez… Ehehuheuhe… görür görmez… Eheuhehe… Ve gülümseyişimi aynada görür görmez kahkahalara boğuluyorum.

Yüzümün yarısı felç olmuş durumda. Ciddiyim. Yarısı tepkisiz bir suratım ve gerçekten çok komik bir görüntüm var şu an. Yüzümün bir yarısı gülüyor, öteki yarısıysa hissiz, boş bir ifade takınmış. Hani tiyatroyu, tiyatroculuğu temsil eden bir sembol var ya: Bir yanı seviniyorken öteki yanı üzülüyor görünen maske. İşte şu an, yüzümü o maskeye giydirmiş gibi görünüyorum.

İçimden bir ses bu durumdan endişe etmem gerektiğini söylüyor. Ama zaten yapı’m gereği panik olabilen bir insan değilim, ezelden beri böyledir bu. O yüzden içimden gelen o sesi sallamıyorum. Öteki bir sesse “Aynaya bir kez daha bak.” diyor. Bakıyorum. Eheuheuhehue… Çok komik ya…

Meteor

5 Temmuz 2011 Salı

Kene

Bir dershanede coğrafya öğretmeniyim. Laf aramızda, öğrencilerim tarafından çok seviliyorum. Ben de onları seviyorum. Ama sınav sonrası dönemindeyiz. Şu dönemi, benim öğrencilerimden, onların da ben ve benim gibilerden uzak geçirmesi iki taraf için de daha tatlı olur. Aynen bunu yapıyoruz. Memleketim Çanakkale’deyim. Şehrin kıyıda kenarda kalmış bir köyüne, kendi köyüme, 2 haftalık tatilimi değerlendirmeye geldim. 1 hafta çabuk geçti.

Kırlarda gezip tozuyoruz kuzenlerle. Toz, toprak, çamur, tezek… Her macera yeni bir kir demek… Hava, herhangi başka bir Akdeniz şehrindeki kadar sıcak değil belki ama kabul etmek gerek, Çanakkale güneşi de kavuruyor milleti. Bunaltıcı sıcaklardan korunabilmek ve terden, kirlerden arınmak için her gün duş alınması şart. Ben de duş alıyorum. Duş alırken bacağımdaki bir leke takılıyor gözüme, parmağımla kazıyorum derimden ve yere düşen, bacakları sallanan şeyin bir çamur parçası değil, kene olduğunu anlıyorum.

Sağlık ocağına bir mendil parçası içinde getirdiğim yaramaz kene, şimdi bir tüp içinde, iki parmağım arasında duruyor. Bana yardımcı olamayacağı belirtilen sağlık ocağından ayrılıyorum, arabama atlıyorum, bir devlet hastanesinde muayene olmak üzere şehir merkezine geliyorum.

Devlet hastanesinde üç vezne ve dolayısıyla üç uzunca sıra var. Ortadakine girip beklemeye koyuluyorum. Sıra nihayet bana geldiğinde elimdeki tüpü veznedarın önüne bırakıyorum. Bu kene tarafından ısırıldığımı söylüyorum. Bir şey oluyor, mucizevî bir şey. Arkamdaki kalabalık kızıl deniz gibi yarılıyor, insanlar bariz bir mesafe koyuyorlar benle aralarına. Öyle ki yanlardaki vezneler bile boşalıyor. Veznedar, arkadaşlarına boş boş bakıyor önce. Sonra birini arıyor. Bir görevli eşliğinde muayenehaneye götürülüyorum. Kene ezelden beri var bu topraklarda. Çanakkale’de de kene sebepli bir ölüm vakası olmadı bugüne dek. İçim rahattı geldiğimde. Ama bu özel ilgi tedirgin ediyor beni. Ölüyor muyum?

Doktor, önümüzdeki on beş gün içinde baş dönmesi, yüksek ateş, kusma gibi şikâyetlerim olursa tekrar hastaneye gelmemi istiyor benden. Arabama dönüyorum, ana yoldan çıkıyorum, direksiyonu köy yoluna çeviriyorum. Yolda cep telefonuyla konuşulması yanlış bir davranış… Yine de sürekli sözü edilen ama benim çok da dikkat etmediğim “Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığı” hakkında daha fazla bilgi almam gerek. Açıyorum kayan kapağı, bu topraklardan, Çanakkale’den, cerrah bir arkadaşımı arıyorum. Çok matrak bir adamdır. Seviyorum, sayıyorum ama bazen sözlerini çok garip ve korkutucu buluyorum.

“Kene hastalık taşıyorsa 1 ay içinde ölürsün zaten. Keşke hastaneye kadar gidip boşuna yorulmasaydın. Köye dön, keyfine bak.”

Başım dönüyor, ateşim çıkıyor, midem bulanıyor. Çanakkale’de geçecek kalan 1 haftam, zehir olacak bana. Tabi o kadar ömrüm varsa.

Anonim