15 Aralık 2011 Perşembe

Kaprisan

Yurdun kantinindeyim. Bursalı oda arkadaşımla futbol maçı izliyoruz. Sıradan bir gün, sıradan bir maç… Her maç El Clasico değil ki! Sıkılıyoruz tabi. Kantinden çekirdekle meyve suyu alıyoruz. Bilirsiniz, küçüklüğümüzden beri Kaprisan adlı bir içecek var. Hani meyve suyunu poşette sunan… Her marka değişti, yenilendi. Kaprisan hep aynı pakette, aynı kaldı. Ondan getirmişler kantine, “Alalım bari.” dedik, aldık. Bir tane de kesmedi bizi, ikincileri de içtik.

Maç bitti bitmesine ama gece bitmedi. Benle Bursalı için gece hiç bitmez ki. Sabah olur, anca öyle uyuruz. Tavuk muyuz karanlığı görünce yatalım? Şu aralar sınav dönemindeyiz, yapacak daha iyi bir iş bulamayınca çalışma salonuna iniyoruz. Bir saat kadar ders çalışıyoruz. Derse alışkın değil ya bünyeler, Bursalı hemen su koyuveriyor. Başı ağrıyormuş, midesi bulanıyormuş. Aslında ben de pek iyi hissetmiyorum kendimi. Odaya çıkıyoruz.

Şimdi odaya da geldik ya, yatakları görünce, hafif de yorgun hissedince attık kendimizi yataklara. Sarındım yorgana ama yok, üşüyorum. Titremeler geliyor bana. Bulantı, benim midemde de baş gösteriyor. Güzelce bir kusuyorum, boşaltıyorum içimi. Bursalı da geri kalmıyor, benden sonra da o giriyor tuvalete, kusuyor. O gelene kadar bir sandalyeye bırakıyorum kendimi. Kolumu kıpırdatacak halim yok ama azmediyorum, oda arkadaşlarımdan diğerini arıyorum. Kötü olduğumuzu, öldüğümüzü falan söylüyorum. Bir arkadaş daha alıyor yanına, dört kişi, gidiyoruz devlet hastanesine.

Acilden sıra alıyoruz. Uzunca bir beklemeden sonra giriyoruz muayenehaneye. Şikâyetimizi soruyor doktor. Anlatıyoruz derdimizi, sıkıntımızı, mide bulantımızı, baş ağrımızı. Doktor Bursalının boğazının kızardığını görüyor, gripmiş, ilaç yazıyor. O itiraz ediyor. Çok değil, sadece birkaç yıl sonra biz de doktor olacağız. Kafamız basıyor sağlığa, şuna buna. Aynı şeyleri yiyip içmiştik, aynı anda kusmamız bir tesadüften mi ibaret? Suçu en zayıf olanımıza, Kaprisan’a atıyoruz. Zehirlendiğimizi iddia ediyoruz.

Doktor kulak ardı ediyor sözlerimizi, beni de muayene ediyor, teşhisi değişmiyor.

Doktor “viral enfeksiyon” diyince üzerine konuşamıyoruz tabi. Bana da ilaç yazmasını bekliyoruz. Teşekkür edip çıkıyoruz odadan. Yurt buraya epey yakın, yurda yürüyoruz ama Bursalı da bir yandan kusmaya devam ediyor. Kaldırımı midesinden çıkanlarla yıkıyor herif. Az önce caddedeki biri, arkadaşımıza neden bu kadar çok içki içirdiğimizi sordu. Hiçbirine olayı ayrıntılarıyla anlatamadık tabi. Yurda, odaya varıyoruz. Reçeteleri cebimden çıkarıyorum, çöpe atıyorum.

Anonim

14 Aralık 2011 Çarşamba

Bekleyiş

Kara elmas memleketinden mavinin bir başka maviyle buluştuğu memlekete gelmiş yeşil gözlü bir kızım ben. Bu yeşil gözler şu an bir esmeri arıyor. İki hafta önce ve geçtiğimiz hafta Perşembe günlerinde gördüğü bir esmeri… Geçtiğimiz haftadan beri her gün yolunu gözlediğim ama niyeyse kendini naza çekip ağırdan, çok ağırdan satan şu yakışıklı esmeri… Hayatımda ilk kez tattım platonik aşkı, acısıyla kıvranıyorum.

Sadece 2 kez gördüm onu. 3 numaraya vurulmuş saçlar, deri ceket, kot pantolon ve siyah spor ayakkabılarıyla sadece iki kez… Tanışmadık, hiç konuşmadık –sesini bile bilmiyorum-, bir hafta boyunca hiç mi hiç karşılaşmadık. Oysa aslında her yerde onu görüyordum. Bir şeyler almak için girdiğim marketten sadece birkaç saniye önce çıkmıştı, yanımdan geçen taksinin arka koltuğunda o vardı, yürüdüğüm kaldırıma sadece birkaç dakika önce dokunmuştu siyah ayakkabıları. Acaba dün eve dönerken bir sonraki soldan dönsem onunla karşılaşacak mıydım? Ve bunun gibi birçok ihtimal geçiyordu kafamdan ama ben bir türlü kavuşamadım ona. Ta ki bugüne dek! Bugün günlerden Perşembe yine ve ben erkenden uyanıp geldim metro durağına, önceki iki buluşma yerine. Bugün göreceğim onu, eminim.

Onu kaçırmamak için elimden geleni yaptım bugün ve ikinci metroya yetişebildim. O kadar aceleyle çıkmışım ki evden, üstüme doğru dürüst bir şeyler seçememişim. İncecik bir bluzla tir tir titriyorum. Üşütmek, bu aşkın bana gösterdiği en insaflı muamele! Bugüne dek çok yıprattı beni. Dün gece de dâhil olmak üzere her gecem onu düşünmekle, ona, onsuzluğa ağlamakla geçti. Onu tanımadan onun için ağlamam garip mi? Onu tanımadığım için de ağladım. Ve asıl şanssızlığıma, salaklığıma ağladım.

Onu bir daha nasıl görebilirim, onu nasıl bulabilirim, onunla nasıl tanışabilirim diye düşüne düşüne beynim iptal oldu. Şu soğuk güz gününde de elimde avucumda içimi ısıtacak umuttan başka hiçbir şeyim yok. Ama umudum da az değil hani, günlerden Perşembe nasılsa, önceki iki karşılaşmamızda olduğu gibi. Niye bir üçüncüsü olmasın? Birkaç tren geldi gitti ama benim yakışıklı hala İzban’a gelmedi. Bekliyorum.

Kafayı yemek üzereyim. Soğuk iliklerime işledi ama çocuk hala ortalıkta yok. Bir hayal kurdum ve o hayali, benim esmere giydirdim. Şimdiyse hayalimi de alıp kayıplara karıştı. Gitmeliyim, işe geç kaldım. Yarın daha erken gelip ilk treni yakalayacağım. Belki bu kez bulurum sevdiğimi, kim bilir?

Anonim


12 Kasım 2011 Cumartesi

Koku

Uzun süre sonra bir anımı burada, Ankara’da kaleme alıyorum. (ama yine uzun bir süre sonra, 1 ay gecikmeli yayınlıyorum) Bu şehir, insanın edebi yönünü geliştiriyor. Bu şehir, insanı yazmaya sevk ediyor. Çünkü sanırım, bu şehirde yapacak başka hiçbir şey de yok!

Salondayız. Bizim gibi, dört yüze yakın birinci sınıf öğrencisi doldurmuş salonu. Dile kolay, Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinde okuyacak dört yüz parlak genç! Zeki, yetenekli, konuşkan, duyarlı, matematiği iyi, biyolojiyi seven, kısa boylu, gözlüklü, konudan saptım. Sıra, okulda okuyan üst dönemlerin, bizlere okulu tanıtmalarına geliyor. Kim ya da kimler tarafından gezdirileceğimize dair numaralardan almamıştım, son dakikalarda bir kâğıt parçası uzatılıyor bana, alıyorum: 20

Sessiz, sakin, orada olduğunu belli etmekten bile aciz kalmış; çekingen bir tavırla elinde, üzerinde “ZO” yazdığına inandığım kâğıdı kaldırmış; etrafında bilgiye aç insanlar toplanmasını bekliyor rehberimiz. Herkes bağırıp çağırırken, 7, 14, 9 çığlıkları havalarda uçuşurken, ses çıkarmadan bekliyor bir köşede. Bu ilgi çekiciliğine (!) rağmen yaklaşık yirmi kişi toplamayı başarıyor. Alıyor tabasını, terk ediyor salonu, başlatıyor turu.

Pek övünerek anlatılacak bir şey değil bu ama geçen sene, çok ihtiyacım varmış gibi, hazırlık okumuştum; yine buralardaydım; bu koridorlarda dolaştım. Ve biliyorum, oldukça fakir bir sunum izliyoruz. Ta ki anatomi laboratuarına varana kadar… Deniz’miş içerideki öğretmenin adı, izin vermiş girmemize, ölü adam göreceğiz. Ya da belki bir kadın… Kim bilir? (Artık ben bilirim, kadın görme ihtimali yok.)

Fakültede yaşamayı sabırsızlıkla beklediğim anlardan biri gerçekleşecek birazdan. Kadavranın üzeri, gayet iyi bir seçim, sarı renk bir brandayla kapatılmış. Bu ana hazır olmadığına inananların bugünlük bu deneyimden kurtulabileceği söyleniyor, laboratuarı terk etmelerine izin veriliyor ama kimse çıkmıyor dışarı. Güzel…

Heyecanlanmaya başlıyorum. Yanlış anlamayın, çok farklı bir heyecan bu. Kadavra gördüğümde mide bulantısı veya görüntüden rahatsızlık duymayacağıma dair söz vermiştim kendime. Heyecanlanmamak zorundayım branda açılınca. Ama heyecanlanma ihtimalim korkutuyor beni. Heyecanlanmanın kendisi heyecanlandırıyor beni. Ama uzun sürmüyor bu heyecan, branda açılıyor.

Millet rahatsız oluyor kokudan. Formaldehitin geniz yakan özelliği, bunu yaptıran. Bazıları burunlarının önünde ellerini sallıyorlar koku dağılsın diye. Takdir edersiniz ki burun önündeki koku moleküllerini başkalarıyla değiştirmekten fazlası değil bu. Onların aksine ben, ellerimi çantama yapıştırmışım. Gözlerimi kadavradan ayırmadan derin derin nefes alıp veriyorum. Şok falan geçiriyor değilim. Ama herkeste hoşnutsuzluk yaratan o kokuyu alamıyorum. Biraz daha yaklaşıyorum masaya, sonra ilk bulunduğum yere dönüp bir arkadaşıma soruyorum bir koku olup olmadığını. Dalga geçtiğimi zannediyor belki, kokunun rahatsız ediciliğinden yakınıyor o da. Kafanızı karıştırabilir, neden mi şu an hayatını kaybetmiş biriyle karşı karşıyayken düşündüğüm şey koku? Çünkü tıpta ne zorluk, nasıl iğrençlik olursa olsun hepsine göğüs gereceğime söz vermiştim kendime. Birinin ölmesinde iğrençlik yok ama koku iğrenç olmalı. Ben o kokuyu alamadığım için kendimi torpilli bir milletvekili yeğeni gibi hissediyorum. Moralim bozuluyor. Ölümle burun burunayım ama kokusunu alamıyorum. Branda kapatılıyor.

Suskun Geveze

21 Eylül 2011 Çarşamba

Nefes

Güzel bir filmdi, etkileyici bir filmdi. Çok kişinin geçer notunu aldı, benimkini de… Daha önce 2 kez izlemiştim baştan sona. Şimdi başkentten evime dönüyorum. Otobüste, ekranda izleyebileceğim filmlerin adlarını teker teker geçiyorum ve yine bu filmi, Nefes’i seçiyorum.

Şu son, final sahnesinden sonra kapatıyorum ekranı. Gerisi ağlama falan filan, öncesi güzel… Zaten büyük “Gölgeler Krallığı-Şafak Dansı-Yıldız Yağmuru” adlı roman projelerim yüzünden böyle etkileyici, heyecanlı; fedakârlık, hırs, çaba hikâyelerine bayılıyorum. Nereye baksam bir heyecan, bir dram, bir güç gösterisi görüyorum. Bu arada son iki günümü uykusuz geçirdiğimi anımsıyorum. Artık biraz dinlenme vakti… Koltuğuma biraz daha eğim veriyor, sırtımı ve başımı koltuğa yaslıyor, uzun süre sonra nihayet şimdi uykuya…

Uyandırılıyorum. Yanımdaki adam dürtüyor beni. Şaşkın bir ördek yavrusu gibi etrafıma bakıyorum. Sağımdaki adam önündeki koltuğun altına koyduğu eşyalarını topluyor. Sonra soluma dönüyorum. Koridor kalabalık… İnsanlar ayaktalar… Tavana koydukları eşyalarını alıyorlar, yürüyorlar, daracık koridorda izdihama neden oluyorlar. Herkes heyecanlı, otobüsteki herkes panik halinde… Bir şeylerin ters gittiğini ve bu tersliğin bir çarpma, en azından bizim otobüsün bir yere çarpması olmadığını anlıyorum.

Sağımızdaki şeride bir otobüs geliyor ve o da duruyor. Onun içindeki insanlar da hareket halindeler, panik yapmışlar, toparlanıyorlar, inmeye çalışıyorlar ve bu tarafa bizim otobüse bakıyorlar. Sonra bizim otobüste, koridordaki bir anlık seyrekleşmeyle fark ediyorum solumuzdaki sonuncu otobüsü… Hiç ışık yok. İçinde hiçbir hareketlilik, en ufak bir yaşam belirtisi yok. Soldaki otobüste hiçbir kıpırdanma yokken sağdaki iki otobüsün içindeki insanlar panik halinde otobüslerini terk etmeye çalışıyorlar.

Nefes’i izledim ya, aklımdaki düşünce solumuzdaki otobüsün kaza yapmış olabileceği değil, teröristler tarafından yolumuzun kesildiği ve solumuzdakilerin katledildiği. Belli ki telef olmuş herkes. Çantamı hızla sırtıma geçiriyorum. Başımı, bakışlarımı soldaki otobüsten ayırmadan koridorda ilerliyorum, otobüsten iniyorum. Bir anda teröristlerle karşı karşıya gelmemek için -çünkü gerçekten tırsıyorum, sakallıyım diye tehlikeli görülüp indirilmekten korkuyorum- benden hemen önce inenlerin arkasına sığına sığına iniyorum otobüsten. Benden önce inenlerin sağa sola dağılması yüzünden terörist düşüncesi siliniyor aklımdan. Ben indiğimdeyse bütün felaket senaryoları kayıplara karışıyor. Köroğlu Dinlenme Tesislerinde buluyorum kendimi.

İnsanlar nasıl mı paranoyaklaşıyor? Böyle şartlanmalar ve önyargılarla işte… Umarım benim yazacağım Gölgeler Krallığı-Şafak Dansı-Yıldız Yağmuru üçlüsü de böyle paranoyaklaştırır insanı!

Suskun Geveze

18 Eylül 2011 Pazar

Kırk Beş

Gecenin geç -aslında sabahın erken- bir saatinde, karşımda monitör ve Portal 2’nin bölümlerinden biri var. Oyun piyasaya sürüleli, paylaşım sitelerinden satılmaya başlanalı saatler geçti ve ben de saatlerdir başındayım oyunun.

Oyunun sonlarına yaklaştım, biliyorum. Bu sona erince Portal’ı da bir gecede bitirmiş olacağım. Bu, Call of Duty’nin o yeni bölümünün çıktığı haftayı hatırlatıyor bana. Oyunun, emektar bilgisayarıma, şimdiki yanında ağır aksak kalan bir internet hızıyla yüklenmesi dört gün sürmüştü de oyunu bitirmek dört saatten biraz fazla zamanımı almıştı hani. O ilk oyunun damağımda bıraktığı benzersiz lezzete değerdi o bekleyiş. İnternetin kalbinde olduğum için baytlar oluk oluk akıyor odama. Bugün öyle uzun bir bekleyiş olmadı.

Oyundaki son bölümü de tamamlıyorum. Oyuna katkıda bulunanların listesi önümde belirdiğinde, isimler yavaş yavaş aşağı inerken göz kapaklarıma bir ağırlık çöküyor ve onlar da aşağı inmeye başlıyorlar. Oyunu bitirmenin huzuruyla rahat bir uyku çekebilirim artık. Sömestr ortasında yapılan sınavın sonuçları açıklanacak bugün. Eeeeh açıklanırsa açıklansın. Biri bana söyler nasılsa. Okula erkenden gitmeyeceğim, odamda dinleneceğim.

Yatıyorum. Uyanıyorum. Biri arıyor. Lisedeyken dershanede tanıştığım, şimdi aynı üniversiteyi paylaştığımız biri bu. Saate bakıyorum, öğlen üç olmuş. Sınavın sonuçları açıklanmış olmalı. Açıyorum telefonu, fazla uzatmadan neden arandığımı soruyorum, cevabımı alıyorum.

Nasıl kırk beş alırım lan! Bu işte bir terslik olmalı. "Under the lights of this information above it can be concluded that" ile başlayan sonuç paragrafları yazabiliyorum ben! Yani İngilizce biliyorum, nasıl kırk beş alırım? Birkaç kez soruyorum arkadaşıma, belki şaka yapıyordur falan diye… Yapmadığını söylüyor. Gerçi şaka yapıyorsa ve buna hala devam ediyorsa şaka yaptığını itiraf etmesi çok saçma olurdu.

Her neyse… Yurttan çıkmış ve yollara düşmüş bulundum bir kere. Bizim, Sovyetlere çevrilmiş bir tabanca görünümündeki kampüsü düşün. Onun kısa kenarının yarısı kadarlık mesafeyi yürüyerek, hızlı hızlı yürüyerek kat ediyorum. Arkadaşlarımı buluyorum, bir masanın etrafına oturmuş güle oynaya sohbet ediyor pislikler. Şakaymış, belli oluyor. Beni buralara kadar getirdikleri için utanıp utanmadıklarını soruyorum. Utanacak bir şey olmadığı cevabını alıyorum. Şaka yapmıyorlarmış, iyice kafam karışıyor. Bir liste uzatıyorlar bana, notların olduğu liste bu.

Neyi yanlış, neyi eksik yapmışım acaba? Arıyorum adımı. Kaydırdım mı yoksa? Yok be, neyi kaydıracağım ki, kapı gibi essay yazdım hem. Meteor, Meteor, Meteor… Hah, buldum! Listening, reading, writing, total… E seksen altı ya lan işte! Bu kez cidden öldüreceğim bunları!

Meteor

10 Eylül 2011 Cumartesi

Balon Köpüğü

Epey yürüdük. Gerimizde yaklaşık dört zevkli kilometre bıraktık. Önce dondurma yedik, birkaç yüz metreler sonra öğle yemeği… Bana mavi bir oje de aldık yolda. Bu kez parkta yürürken yemek için ikinci kez dondurma aldık, onlar da bitti buraya gelene kadar. Şimdi bir oyun parkındayız. Banklardan birine oturmuş, oynayan çocukları seyrediyoruz. Biz dediğim de yabancı değiliz: Geveze ve ben. Yine…

Göztepe parkı burası… Kum havuzu ve göbeğinde bir oyun alanı var, içinde on beş – yirmi velet. O kadar sevimliler ki! Geniş bir boru şeklindeki kaydırağın bir ucundan sarışın çok güzel bir kız çocuğu giriyor. Kaydırağın öteki ucundansa saçları dikleşmiş, dört bir yana dağılmış bir kız çıkıyor. Statik elektriğe atıyorum suçu. Böyle tatlı bir suçun cezası neşe dolu bir gülümseme olabilir ancak.

Yanımıza bir kız çocuğu ve yaşlı bir bayan oturuyor. Kız anlını ovuştururken bayan, kızın kafasını bir ağaca çarptığını anlatıyor bize. Kız oturduğu gibi kalkıyor, çimlere koşuyor, ayağı takılıyor ve düşüyor. Çocuğun canı yanmış görünmüyor. Bu ve bunun gibi o kadar güzel ayrıntılar var ki dört bir yanda, fotoğraf makinemi yanıma almadığım için pişman oluyorum. Ben bunları düşünürken objektifime yakalanıyor bir şeyler. Burnuma kadar gelip önünde patlayıveriyorlar. Bu, çocukluğumun henüz kaybetmediğim parçası olmalı: Balon köpükleri!

Bir baloncuk tabancasından çıkıyor bu şirin ıslak kürecikler. Bu haliyle çok da eğlenceli görünmüyorlar gözüme. Ama nasıl daha eğlenceli olabileceğini biliyorum ve bunu sağlayacak araç gereci de görüyorum, kum havuzunun hemen yanındaki oyuncaklar arasında. Çok fazla ısrar etmem gerekmiyor, kaldırıyorum Geveze’yi, satın alıyoruz bir tane.

Çeviriyorum kapağını, çıkarıyorum kapağa yapışık çubuğu, götürüyorum ağzıma ve üfleyip bir sürü baloncuk yapıyorum. Sonra yine… Sonra yine… İki kız çocuğu görüyorum kum havuzunun dışında, koşturup eğleniyorlar, kendilerini çimlere bırakıyorlar. Onlara katılmak istiyorum. Beyaz giymeyip çim lekesinden korkmadığımı hayal ediyorum. Bu hayali çubuğun ucundaki çembere üfleyip birkaç baloncuk daha yapıyorum. Onlar patladıktan sonra etrafa yayılan, iki küçük kızın da dikkatini çeken, neşe ve güzel hayallerin bana geri dönüşünü izliyorum. Gülümsüyorum.

Yanlışlar Prensesi

28 Ağustos 2011 Pazar

Sen Benim

Sarı dolmuştan iniyorum. Mekânın amblemini ve adını gördüm de indim. Telefonu alıyorum elime, buralarda olmalı Geveze, caddenin doğru tarafına geçmek için arabaların seyrekleşmesini beklerken arıyorum onu. Telefonu yüzüme kapatıyor. Karşıya geçmeye yelteniyorum ama hala fazlaca araba var. Bir kez daha arıyorum Geveze’yi. Caddenin karşısındaki bir şey dikkatimi çekiyor. Geveze bu, kafasına ne olmuş bilmiyorum, merak da etmiyorum, karşıya geçiyorum.

Aşkımı görmeye geldim buraya. Hayır, tabi ki Suskun Geveze değil. Sözünü ettiğim kişi başka biri… Özel, bana özel biri… Heyecanımı bir türlü dizginleyemiyorum, bu gece onunla baş başa çok güzel bir 2 saat geçireceğim. Evet, neyine şaşırıyorsunuz? Tabi ki baş başa olacak. Genç kız triplerine girmiyorum, gerçekten şarkılarını bana yazdığını hissettiğim için böyle konuşuyorum: Bu gece en güzel şarkılarını bana söyleyecek aşkım.

Dün sabahtan beri bu konsere gelmek için can atıyorum. Beni buraya getirmeyi teklif eden ilk kişiyle evlenmeyi de düşünüyordum. Geveze evlenmek için erken olduğunu düşünmüş. Yanlış bir karar vermemi istememiş. Uzun saatler sonunda beni aşkıma götürmeyi teklif eden o oldu.

Geveze biletleri uzatıyor bana. Biletin üstünde görüyorum ismi. Parmaklarımı o isim üzerinde gezdirmek bile tarifi olmayan bir mutluluk veriyor bana. Ahh… Aşığım sana! Caddede dikiliyoruz birkaç dakika. Daha sonra içeri giriyoruz. Attığım her adım, beni ona biraz daha yaklaştırıyor sanki. Oysa onun mekâna gelmesine dakikalar var. Bekliyorum onu, ben geldim.

Centilmenlik denen şeyden eser kalmamış ki! Ama bunu sorun ediyor muyum? Hayır. Geveze’ye uzatıyorum kolasını. Fotoğraf makinemi özenle çıkartıyorum çantamdan. Önümüzdeki dakikalar boş sahnenin fotoğrafını çekmemle geçecek. Aşkım geldiğinde en iyi, en net görüntüyü elde etmek istiyorum. Bu arada aşkımın nereden geleceğini de merak ediyorum. “Islak kelebek” şarkısıyla sahneye konduğunu hayal ediyorum. Sonra karanlıkta çıplak gözle pek de belli olmayan, çektiğim fotoğraftaki bir kapı çarpıyor gözüme, tam da sahnenin köşesinde… Oradan giriş yapacağına emin oluyorum. Oysa seyirciler arasından girişini yapıyor sahneye.

Son şarkısını da söyleyip ayrılıyor sahneden. Aşk bu gece şehri terk etti, en azından mekânı… Şu iki paragraf arasında tam olarak neler olduğunu ben de çok merak ediyorum. Ona “Sen de çok güzelsin.” diye seslenip onu gülümsettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Sahneden inip de yakınımdan geçtiğinde hoparlör üzerinden elimi uzatıp onun eline, o güzeller güzeli eline dokundum galiba. Biraz bulanık oralar, beynim uyuşmuş gibi. Bir dakika… Evet! Onun eline dokundum!

Ölüyorum galiba…

Yanlışlar Prensesi

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Devam

Aslında rüya görüyorum.

Çevremde, biri dışında –At Hırsızı- hiçbirini tanımadığım, bir sürü insan ve kasvetli bir hava var. Bizim evin salonu burası, nerden çıktı bu sis, nereden geldi bunca insan bilmiyorum. Zaten şu an kafamı kurcalaması gereken çok daha büyük bir sorunum var. Ya da “üç sorun” diyelim: Eli silahlı üç soyguncu. Bir rehin alınma vakasının orijinindeyiz.

Hayatımda gördüğüm en laubali rehine vakası bu. Soyguncular kendi aralarında bir sohbete tutuşmuşlar, gülüp eğleniyorlar. Sonra bir, iki derken üçü de terk ediyor salonu. Lavaboya… Ne lavabosu ya, tuvalet işte, gidiyorlar. Ne yapmaya gittikleri belli. Üçünün aynı anda farkına varmasıysa şaşırtıcı.

Bizim soyguncuların gitmesiyle rehinelerden biri, bizim bulunduğumuz grubu terk edip öne atılıyor. Ortalıkta, masada bulduğu silahları alıp incelemeye başlıyor. Gerçek bir inceleme değil bu: Oyun oynuyor silahlarla, bize doğrultuyor arada bir, arada bir de pencereden dışarı. Yanlışlıkla basabilir tetiğe… Aptal bir suratı var. Geri zekâlı olduğunu söyleyip polisi aramasını söylüyorum. Alıyor telefonu eline ve bekliyor. 155’i nasıl tuşlayacağını düşünüyor olmalı.

Şu kapıdan girenler bizim üç hırsız… Ellerindeki silahların namluları, telefonu tutan aptala çevriliyor. Vuruyorlar onu. Onun vurulması, adeta zincirleme bir reaksiyon başlatıyor: Kaçışan insanlar yüzünden soğukkanlılıklarını, neşelerini yitiren hırsızlar rehineleri taramaya başlıyor. Önümdeki birkaç kişi patır patır dökülürken can havliyle masanın arkasına saklanmayı başarıyorum. Dik duran ayak sayısı altıya kadar düşüyor. Bizim At Hırsızı da mı öldü lan!

Adamın biri beni fark ediyor. Rüyanın başından beri sırtımda duran çantayı görmüş olmalı. Masanın etrafında dönerek adamdan kaçmaya çalışıyorum. Fakat sorun şu ki adama yüzümü dönerken diğer ikisine arkamı dönmüş oluyorum. Emeklemelerimi hızlandırırken beni kovalayan adamın ayaklarına çarpacağım aklıma gelmiyor. Şu burnumun ucundaki şey de bir taramalı tüfek olmalı. Herhangi bir oyuncak silah gibi aslında… Aradaki farkı anlamak için ne yapmak… Silah patlıyor.

“Has…” Okkalı bir küfür yankılanıyor kafamda. Kaderimin annesiyle ilgili cinsel bir dilek de içeriyor küfrün devamı. Kendimi yere atıyorum gözlerim kapalı bir şekilde. Yavaşça açıyorum sonra. Önce birini, sonra soldaki diğerini… Etrafta kan man yok. İlk tespitlerime göre bir yerim de acımıyor. Düşünüyorum “Acaba kurşun çok hızlı mı girip çıktı?”, diye.

Birinin sesi duyuluyor. “Sanat yönetmeni” ile ilgili bir şey söylüyor. Kalkıyorum. Etrafta kameralar var. Bir de zil sesi çalıyor. Meğer bir film setindeymişim.

Ne biçim rüya lan bu!

Meteor

5 Ağustos 2011 Cuma

Sıcak

Yatağımdayım. Hava çok sıcak… Camlar sonuna kadar açık, rüzgârsa üstüne düşen görevi yapmıyor. Evet, hava sıcak çünkü temmuzdayız, sıcak olsun, onla derdim yok. Ama bu sıcak hava, rüzgâr esmeyeceği anlamına gelmiyor ki. Az bir cereyan, hava akımı, en ufak bir kıpırtı da mı olmaz? Yok işte… Birkaç küçük dakika daha var telefonumun ötmesine, ötüp de saatin 7:45 olduğunu haber etmesine.

Isı ve nem bir olmuş, üzerimde ikincil bir deri tabakası oluşturmuş: Pijamam vücuduma yapışmış. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüyorum. Islaklık yüzünden yataktaki her hareketim beni rahatsız ediyorken daha serin bir açı, sıcaktan daha az etkileneceğim bir duruş bulmaya çalışıyorum. Sonuç yok. Sıcaktan kaçmak mümkün değil.

Bir an önce kalkıp duş almakla biraz daha tembellik etmek arasında kaldım. Alarmın çalmasınaysa hala birkaç dakika var. Son baktığımda da tam olarak bu kadar dakika yok muydu? Hava o kadar sıcak ki zaman bile genleşmiş vaziyette, dakikalar geçmiyor. Ciddiyim, böyle bir şey gerçek olabilir mi acaba?

Yataktan kalkıyorum, o hiç çalmayacağına inandığım alarmı kapatıyorum. Yatağın başucunda beni bekleyen havlumu kapıyorum. Odamdan banyoya doğru yürüyorum. Hareket halindeyim, havaysa durgun öte yandan başka bir mihenk noktasına göre ben durgunum, hava hareketli ya da öyle bir şey olmalı… Niye en ufak bir serinleme hissi yok?

Soğuk suyun altında beş dakika… Kurulanıyorum. Havluyu belime doluyorum. Banyodan çıkıyorum ve üzerimde yürüyen bir şey dağıtıyor dikkatimi. Bu bir su damlası… Boynumun altından başlamış yolculuğa, yerçekiminin etkisiyle düşüyor. Ve bir tane daha… Omzumdan bileğime koşuyor. Koltuk altımdan belime inen yeni bir tane… Duştan şimdi çıktım. Niye terliyorum? Küresel ısınma, senden nefret ediyorum.

Suskun Geveze

2 Ağustos 2011 Salı

Zoru Birazdan Yaparım İmkânsız Beni Benden Alır

Sekreter masasındayım. Karşımda dizüstü bilgisayar duruyor. Sosyal ağlarda fink atmak varken ben ne yapıyorum dersiniz? Göz doktoru arıyorum. Evet, gözlerim bozuk ama aradığım göz doktoru -göz doktorları- kendim için değil. Çalıştığım gözlük firması için… İşimin bir parçası gibi görünüyor, sosyal ağlar yerine tabi ki işimi yapmalıyım. Ama o şerefsiz küçük şeytan, yine ayrıntıda gizli.

Patron, olabildiğince çok göz doktoru bulmamı ve bu doktorların adreslerine ulaşmamı istiyor. O doktorlara broşürler gönderecekmişiz ürünlerimizle ilgili. Sağlık açısından yararlı olduğu kanıtlanmış gözlüklerimizin reklamını yapacakmışız. Bu sayede de her şirkete girişinde “Bugün bana para kazandırdınız mı?” sorusunu soran patronumuz bayram edecekmiş. Pff… Kargo ücretinin ne kadar olduğunu hayatı boyunca merak etmedi ki bu işin hayal olduğunu anlayabilsin. Broşürlerin onda biri okunacak sadece. O onda birin ancak onda biri ciddiye alınacak. O yüzde bir doktordan da kim bilir kaçı hastalarına önerecek bu gözlükleri?

Derinlerden bir telefonun çığlıkları geliyor. Üst kattaki telefonlardan biri bu… Ama sözünü ettiğim o üst katta kimse yok. Oradaki telefonun dâhili numarasını tuşlayan kişi, ne yaptığını fark etmeyen biri olmalı. Durumu anlıyorum. Yanımdaki telefondan üst kattaki hattı alıyorum. Patron bu. Epey yaklaşmış amacına, beni arıyormuş. Önemli bir görev veriyor bana. Hayır, beni önemli bir işin başına geçiriyor!

Tam teşekküllü gözlükler dört ana parçadan oluşur: Gözlük, gözlük kılıfı, garanti belgesi ve karton kutu. Bu dört ana parça bir araya gelmeden, satışa uygun bir ürün ortaya çıkamaz. Benim görevimse bu dört elementi bir araya getirmek ve dengeyi sağlamak. Hayır, daha büyük bir iş benimki: Bunu, 300 kere yapmak.

Depoyu kontrol ediyorum. Elimde 2’si gümrükte görevlilerce cebe atılmış 298 gözlük, 517 karton kutu, yeni basılmış 200 garanti belgesi ve 18 gözlük kılıfı var. Diğerlerini boş verin, şuna dikkat edin: 18 gözlük kılıfını her kutuda bir tane olacak şekilde 300 kutuya dağıtmam bekleniyor benden. Che’nin bir sözü vardır: Gerçekçi ol, imkânsızı iste. Patronumuz bu felsefeyi karakterine yedirmiş bir insan. Peki, imkânsızın istendiği kişi niye ben oluyorum?

Eğer bir gün birileri Fenerium’a gider, “Maç gözlüğü” olarak tanıtılan bir ürün görürse… Vay be… İmkânsızı başarmışım demektir.

Suskun Geveze

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Sarhoş

Dün gece gerçekten başarılıydı. Cümle kuruluşu garip gelmiş olabilir size. Normal zamanlardaki kullanımım da böyle: Bir şey güzelse, başarılıdır. Yani olayın dün kör kütük sarhoş olmamla, bu kanepede sızmış olmamla en ufak bir ilgisi yok. Ya da var, bilmiyorum. Saat kaç? Vücudumun altında bir yerlerde kanepeyle aramda, Beşiktaş Marşı eşliğinde titreşen telefonum 7 olduğunu söylüyor.

Buradan doğrulmam, telefonu susturmam epey zaman alacak. Bu arada dün geceden söz edeyim biraz. Derin bir sessizlik… Sanırım bunu başaramayacağım. Ne içmiştik ki biz? Neyse… Belimin altındaki telefonu buluyorum, susturuyorum.

“İngilizce Müneccim… Müret… Müter… Mütercim Tercümanlık” okuyorum. Günlerden ne olduğunu bilmiyorum ama alarm çaldığına göre 2 saat sonra dersim var. Kalkıyorum kanepeden. Cüzdan, öğrenci kimliği, anahtarlarım, ego kartı, sigara… Elimde duran telefonu kaybetmezsem bu beş objeyi bulduğumda okula gitmek için önümde engel kalmayacak. Hepsini buluyorum, telefonsa elimde. Hazırım.

Bahçeli ya da Tandoğan’daydı arkadaşlarımın evi, oradaydım. Birkaç dakikalık yürüyüş ardından bir durakta buluyorum kendimi. Hacettepe’ye giden otobüsler buradan da geçiyor. Şu ünlü 230 numaralar… İlk gelene biniyorum. Milli Kütüphane’ye gelene dek etrafı seyrediyorum.

Milli Kütüphane’nin önündeyiz. Üzerime bakıyorum. Neyin kafasını yaşıyorum lan ben? Bunlar benim pijamalarım… Pijamayla gidiyorum okula! İnanamıyorum kendime. Aklım başımda değil, ne yaptığımın farkında değilim. Ağzım bira ve votka kokuyor, üzerimde pijama var ve ben bu halde derse gidiyorum, öyle mi? Bu arada dün ne içtiğimizi de hatırladım: Bira ve votkaydı.

Otobüsten iniyorum. Çevreye bakıyorum. Daha önce çok kez geçtim buranın önünden, okula giderken geçilen herhangi bir duraktan farksızdı burası. Peki ya nasıl geri döneceğim? Birkaç dakika boş boş düşünmekle geçiyor. Yolun karşısına geçmeyi akıl edebiliyorum. Pijamam belimde rahat durmuyor. Sahi, ego kartı, telefon, cüzdan, anahtarlar, sigara ve kimlik nasıl sığdı bu ceplere?

Anonim

22 Temmuz 2011 Cuma

X Rey

Bilgisayarın başındayım. Facebook’ta dolaşıyorum. Dolaşmak da ne biçim dolaşmak ha! Kız mız yok anasını satayım. (Çok Önemsiz Yazar Notu: Aslında bu bölümü daha iyi aktarabilmek için argomuzun bambaşka bir deyimini kullanmam gerekirdi, sevgilim okuyor bazen, beceremedim.) Komşu dükkândaki köftehorlar her gün yeni bir kızla tanışıyor, her gün yeni bir hikâyeyi ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şansım yok ki anasını satayım. Bana düzgün kız denk gelmiyor. Güzel birkaç kız görmedim mi? Gördüm, arkadaşlık teklifi de ettim ama sonuç yok. Mesajlarım ulaşmıyor galiba, daha kabul etmedi kimse.

Ben de, internette sevgili arayan her standart erkek gibi şansımı Okey’de deniyorum. Ama masaya düşen kızların ağızları, dudakları, güzel fizikleri, çok güzel fotoğrafları var, dilleri yok. Güzelsin diyorum, sevgilisi olup olmadığını soruyorum, beni eklemesini söylüyorum, adımı söylüyorum ama sonuç yok. Cevap veren yok. Yazdıklarım ulaşmıyor anasını satayım, artık eminim.

Okey oynamaya devam. Sağda bir reklam dikkatimi çekiyor. “Mucize gözlük” Mucize gözlük! Heyecanlanıyorum. Tıklıyorum.

Şahin gözü… Teknoloji… Polarize ışık… Ultraviyole koruması… Okuduğum her yeni kelimeyle heyecanım daha da artıyor. Ama hala tam olarak çözemediğim şeyler var. Dükkânın telefonu bilgisayara biraz uzak kalıyor. Bir kâğıt kalem alıyorum bilgisayarın yanına, telefon numarasını yazıyorum, telefonun yanına oturuyorum, heyecan içinde ahizeyi kaldırıyor, numarayı tuşluyorum.

“İyi günler… Nasıl yardımcı olabilirim?”

“Şimdi sizde x rey gözlük var mı?”

Karşımdaki adam ne dediğimi anlayamıyor. Hem niye bir erkek cevap verdi ki telefona? Bir kadın olsa karşımdaki daha rahat anlaşırdık eminim ki. Karşımdaki adam odun herhalde, bilmiyor mu x reyin ne olduğunu? Gözlükçü sonuçta, kendi ürününü mü tanımıyor? Diyelim ki onlar üretmiyor, yine de bu işi yapan insan diğer gözlüklerden anlamaz mı?

“Ya kardeşim… İşte insanların içini gösteren cinsten…” Bak şimdi. Adama x reyin ne olduğunu da ben anlatıyorum. Sonunda anlıyor ama hevesimi de kursağımda bırakıyor. Yokmuş öyle gözlükleri. Hevesim kursağımda kalıyor. Kapatıyorum telefonu.

Gözde diye bir kız geldi karşıma. “Ortak, elin nasıl?” diye başlayayım, oradan sohbeti kurarız zaten.

Anonim




* Tırnakların içlerine el değmemiş olmakla birlikte kalan hepsi hayal gücümün ürünüdür.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Zeus

Gece yarısı… Masanın üstünde radyom, radyo özellikli telefonum var. Buzdolabının kapısını açıyorum, kapı tarafındaki raftan yarı dolu süt kutusunu ve hala neden orada olduğunu çözemediğim, aklımın almadığı kahve kavanozunu alıyorum. Günlerdir çözemediğim bir şey daha var: Hangi akla hizmet, gecenin bu saatinde kahve yapıyorum?

Müzik kesiliyor, gecelerin renkli kişiliği bir kez daha mikrofon başına geçiyor. Uyanıksam sebebi o ve radyodaki programı. Dinlemeyi seviyorum ağabeyimizi, yapacak bir şey yok. Bu 3 saat mutlaka ama mutlaka onun sesiyle geçecek, havaya karışan horultularımla değil.

Kaynayan sütü cezveyle birlikte ocaktan alıp tezgâhın üzerine koyuyorum. Dudaklarımı cezveye yaklaştırıyorum ama süt içmiyor, süte üflüyorum. Sütün üzerindeki kaymak tabakası iyice kalınlaşıyor. Nefret ederim kaymaktan. Bir çay kaşığıyla o tabakadan kurtuluyorum. Sütü, kardeşime hediye edilmiş ama kendi zimmetime geçirdiğim kupaya boca ediyorum. Biraz kahve… İnce bellide de, büyük su bardağında da olsa çaya; su bardağında da, koca kupada da olsa kahveye uygulanan standart prosedür gereği “iki çay kaşığı” şeker… Hazır.

Kupa“m”ı, telefonumu alıp odama, yatağıma gidiyorum. Sistem kurulu vaziyette… Yatak, sütü koymak için masa, dizüstü… Sütü bırakıp dizüstünü alıyorum. Yatağıma iyice yerleşiyorum. Ayaklarım uzatılmış, üzerlerinde bilgisayar, yanımda kahvem duruyor. Uzun süredir internet bağlantımın kesik olmasından mütevellit evdeyken sanal âlemde sörf yapıp ıslanmak yerine resimler çizmek, boyaya bulanmakla meşgulüm.

Haziran başlarında başladı saat 3’e kadar uyanık kalma huyum. Sevgilim geç saatlere kadar ders çalıştığında, o uyumadan hemen önce “İyi geceler” diyebilmek içindi başlardaki çabam. 2’ye kadar “Majeste” sayesinde tanıştığım bu radyocu, 2’den sonra damarlarımda gezinen kafein yardımıyla uyanık kalıyordum. İkisi de bağımlılık yaptı.

Gecenin bu saatinde bu adamı dinlemek gerçekten neşe veriyor bana. Bu sabah iş yerinde, internetten bir fotoğrafını bulmuştum. Suratını ilk görüşümde hayal kırıklığı yaratmıştı bende. Kel, zayıf, maymundan geldiğimizin kanıtı olabilecek bir insan formuydu gözümde. Şimdiyse sesini dinliyorum. Şu gecenin şu saatinde beni ayakta tutan bu adamın sesi de eşlik ederken, görüntüsünün bu kez o kadar da itici gelmeyeceğine eminim. Fotoğrafı açıyorum: Zeus kostümü giymiş, peruk takmış bir maymunsu. Yanılmışım. Hala çok itici! Programı yarıda bırakıyorum, buna mecbur kalıyorum. İyi geceler Onur Yar.

Suskun Geveze

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Geceme Doğan Parlak Güneş

Her geceki gibi radyo görevindeki telefonum, dizüstü bilgisayarım ve yatağımın rahatlığıyla birlikteyiz. Haftanın dört gecesi aynı radyocuyla geçiyor. Programı asla kaçırmam, yine onu dinliyorum.

Moralim bozuk aslında. Bunu, radyo programının yardımıyla gölgelemek hoşuma gitti. Ama her telden çalan adam susup da müziğin çalmaya başladığı zamanlarda, ilgimi sorunlarımdan başka yöne çeviremiyorum. Aklımda tehlikeli düşünceler dolaşıyor. Ta ki yeni bir anons gelinceye kadar… Bu sırada telefonum çalıyor: Radyo olarak kullandığım telefonum! Titremeye başlıyor dolayısıyla anons kesiliyor. Hayırdır inşallah… Kimi kandırıyorum? Bu saatte kim, neden hayırlı bir iş için arasın ki beni?

Arayan, Papatya… Sevgilim mesaj atmış ona: “Suskun iyi değil.” diyerek şikâyet etmiş beni! O da durumumu merak etmiş, aramış. Henüz derdimi bilmeden moralimi düzeltmek için elinden geleni yapıyor, takdir etmek gerek, çok uğraşıyor. Papatya sorunumu merak ediyor ama asıl sorunu şimdi yaratıyor. Anonsum kaçıyor, konuştuğumuz her saniye anonssuz geçiyor! Nihayet telefon kapandığında rahat bir nefes alıyorum. Program şarkıyla devam ediyor.

Şarkının sonuna geliniyor. Sıra tarihte bugün bölümünde… Bu bölüm de hoşuma gidiyor. Adamın not aldığı olayları dinlemek güzel… Telefonum tekrar titriyor. Bu kez Papatya’ymış beni şikayet eden, sıra İptal’de. Bu gece intihar edeceğim ya, yarın için buluşma koparmaya çalışıyorlar benden. Reddettikçe daha da endişeleniyorlar. Gencecik bir insanım, nasıl cesaret ederim başarılarla dolu (evet, kesinlikle başarılarla dolu) bir ömrü sonlandırmaya? Ama aklımın bir köşesinde bu seçenek de yok değil. Telefon görüşmesi son bulmazsa önce kendi kafama, sonra da İptal’inkine ikişer el sıkacağım. Nihayet İptal’le yaptığım görüşme de sonlanıyor, “Tarihte bugün” bölümüyle birlikte… Program şarkıyla devam ediyor.

Seviyorum arkadaşlarımı… Radyodan gelen ay ışığı yetiyor bana. Onlarsa geceme doğan güneş gibiler. Ama bu gece vampir kalmak istiyorum. Onların ışığı huzursuz ediyor beni. Allah aşkına bu gece, bir gece kötü, umursamaz insanlar olun. Beceremezsiniz ki…

Suskun Geveze

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Yapma Hades!

Bir yatak, yastık ve konsepte pek uygun olmasa da gözlük satıcısındayım. Yaklaşık 20 metre uzunluğunda 5 metre genişliğinde bir mağaza burası. Girişin tam karşısındaki masada oturuyorum. Ben ve arkamdaki masada duran kardeşim dışında kimse yok şu an. Evet, mağazadan ben sorumluyum. Sadece hafta sonları çalışıyorum. Cumartesi günleri, hafta içi çalışanlardan birileri dönüşümlü olarak yanıma geliyor. Bugünkü elemanı bekliyorum.

Kardeşim on yaşında, zeki ve hareketli bir kız. Gezmeyi tozmayı, bebekler gibi bir şeyleri merak edip kurcalamayı, orta yaşlılar gibi konuşmayı, gençler gibi gürültü yapmayı çok sever. Kısacası tam da ablası olacak bu deliye çekmiş: Bana. Onu bir yerde uzun süre tutmak, birkaç küçük kozunuz yoksa mümkün değil. Ama benim tabi ki bir kozum var. Mini dizüstü bilgisayarda Selena’nın bir bölümünü açtım internetten, kardeşimi de önüne oturttum. Uzun süre kalkamaz artık. Ben de bir bölüm süresince kafamı dinlerim.

Sayfa yüklenedursun, ben de sekreter masasında dizüstü bilgisayarla sosyal ağlarda geziniyorum. Ön kapı açılıyor, Suskun Geveze görünüyor. En son iki sene önce görüşmüştük, tekrar burada çalışmaya başladığını bilmiyordum, aslında hafta içleri bu şirkette neler döndüğüne dair hiçbir şey bilmiyorum, güzel bir sürpriz oluyor. Yerimden kalkıyorum sarılıp hasret gidermek için. O sırada fonda bir müzik ve ona en yüksek sesiyle eşlik eden kardeşim: “La lala lala Selena Selena!” Anlıyorum ki Beyza otururken de bana rahat yok.

Geveze masanın öteki tarafında, müşteri koltuklarından birine (Müşteri koltukları özeldir, oturduğu yerde özel bir yastık var, velinimetin kaba eti rahat etsin diye.) (Benim altımdaysa koltuğun kaba derisi…) oturuyor, sohbet etmeye başlıyoruz. Tıp fakültesi kazandığını biliyordum zaten, sevgili meselelerini sorup öğreniyorum. Sohbet Beyza’nın serzenişiyle kesiliyor: “Hades çok kötüsün!”

Bugün diğer hafta sonlarından farklı olarak gelen giden çok oluyor. Bu hafta kapıyı duayla açtım, işe yaramış demek ki. Birkaç müşteriden sonra patron da mağazaya teşrif ediyor, odasına çıkıyor. Beyza, patron geldiği sırada uslu bir kız olsa da şu an rahat durmuyor. Müşterilerle mi ilgileneyim, kardeşimi mi zapt edeyim bilmiyorum. Onu kendi halinde ekranın karşısında bırakıp bir süre sonra müşteriye ürünleri tanıtmaya dalıyorum.

“Yapma Hades!” Kardeşimin bu haykırışı buraya, ona en uzak uçtaki yatağa kadar ulaşıyor. Mağazadaki herkes, bakışını Beyza’nın olduğu yöne çeviriyor. Evet, yapma Hades! Sen bir şey yapma ki Beyza da sussun!

Anonim


14 Temmuz 2011 Perşembe

Sürpriz Yumurta

Minibüsteyim. İstanbul’a birkaç dakika önce ayak bastım. Koca bir sekiz ay geçirdim başkentte ama sona erdi. Bugünden itibaren, ait olduğumu hissettiğim bir yerde, bu şehirde geçireceğim günlerimi. Ta ki yeni eğitim öğretim dönemi başlayana kadar…

Küçük bir bavul, bir sırt çantası ve şu an bana çok ağır gelen, eve varır varmaz kurtulmayı planladığım bir pantolon, bir tişörtle köprünün altında iniyorum minibüsten. İndiğim, görece işlek durakta, ancak az önceki minibüstekiler kadar insan var: 5–6 tane. Hayat henüz tam manasıyla başlayamamış İstanbul’da. O insanları arkamda bırakıyorum. Şu an geçtiğim yolu son kullanışımda manyak bir kedi dolanmıştı ayağıma da galiba bir yerlerine basarak canını acıtmıştım. Aynı hatayı tekrarlamamak için gözlerimi dört açtım, evime doğru yürüyorum.

Üçüncü kata kadar azimle tırmanıyorum. Nihayet dairenin girişi göründüğünde bavulumu kapının önüne fırlatıyorum. İki kolumdan birini sırt çantamdan kurtarıyorum, merdivenlere oturuyorum. Ayaklarım bu seyahatte çok yoruldular. O küçük hücrelere, ayakkabılarıma, hapsolmuş halde yaklaşık yedi saatlik bir macera yaşadı her biri. Ayak tabanlarımın tahriş olduğundan şüphem yok. Onları daha fazla rahatsız etmeden özenle çıkartıyorum ayakkabılarımı. Ayağa kalkıyorum, cebimdeki anahtarı yuvaya yerleştirip iki kez çeviriyorum. Tarihim kadar eski bir dünyanın kapısı açılıyor. Ben geldim!

Çantamı, bavulumu evin içine atıp kapıyı kapatıyorum. Annem beni bekliyormuş zaten. Kapının sesini duyunca sesleniyor bana. Yatak odasına gidiyorum. Beni öpmesine, sarılmasına, şımartmasına izin veriyorum. Nerede olduğunu soruyorum.

Kardeşim mi? Yatağındadır yüksek ihtimalle… Horul horul uyuyordur. Hayır, sorduğum şey kardeşimin yeri değil. Yedi saattir yollardayım, pekâlâ tuvaletin yerini soruyor olabilirim. Bu odadan çıkıp sağa dönmem, biraz ilerlemem yeterli. Ama aradığım şey tuvalet de değil. Zaten yıllardır aynı yerde… Minik Melek’imin bana aldığı pelüş eşek mi? Evet, benim için değerli, ama sevgilimin bende gördüğü şeyi görmek istediğimi zannetmiyorum. Başka bir şeyi arıyorum: Çocukluğumu.

Bavulumdan bir kutu çıkarıp balkona koşuyorum. Balkonda, masanın üstünde, gayrinizamî bir halde duran onlarca oyuncağa bakıyorum. Hepsi sürpriz yumurtadan çıkmış, küçük, renkli, desenli, bir sürü plastik… Ankara’da çok kötü bir alışkanlık edindim. Elimdeki kutunun kapağını açıyorum ve içinden, bu kötü alışkanlığımın meyvelerini çıkarıyorum: Daha fazla sürpriz yumurta oyuncağı! Onları da boca ediyorum masanın üzerine, yeni kardeşleriyle tanışsınlar, kaynaşsınlar diye.

Pantolonumun fermuarını indiriyorum. Burada bekleyin. Üstüme rahat bir şeyler giyip yine geleceğim. Elimde bir kutu daha olacak.

Suskun Geveze

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Yağmur

Bir mesaj daha geliyor telefonuma. Suskun’un metroya inmek üzere olduğunu bildiren o son mesajı üzerinden yirmi dakika geçmişti, bu seferkinin içeriğini tahmin etmek zor değil: “Kurtuluştayım.” Sevgilim bu mesajla kurtuluşu getiriyor bana. Hemen, yanımdaki çantama tıkıştırıyorum defterlerimi, kitaplarımı, notlarımı. Birkaç saattir ders çalıştığım bu mekânı terk ediyorum aceleyle. Çalışma salonundan çıkıp koşar adımlarla Kurtuluş’a yürüyorum.

Yine aynı yerde, Yurtlar Sokağı’nın girişinde karşılıyorum onu. Birbirimizi görür görmez gözlerimiz parlamaya başlıyor. Gözlük numarası büyük, sürekli bilgisayar karşısında vakit geçiriyor şaşkın, gözleri daha fazla bozulacaktır. Bir gün beni seçemese bile gözümün ışığından bulabilecektir, biliyorum. Sarılıyorum ona vakit kaybetmeden. Sıkıca, hiç bırakmamacasına doluyorum kollarımı boynuna. O da belime sardığı kollarıyla boğmaya çalışıyor beni. Rahatsız olmuyorum. Bundan daha güzel bir ölüm şekli hayal edemiyorum.

Bozan hava yüzünden uzun uzun sarılmak yerine bu çok sevdiğimiz Diyet Kafe’ye geliyoruz. Girişin sağında, pencere kenarındaki masaya oturuyoruz. Her zamanki gibi “formalite icabı yemeği seçme” görevi üzerime kalıyor. Birkaç önerime olumsuz yanıt aldıktan sonra Suskun’un istediği çeşitte karar kılıyoruz. Tabaklarımız önümüze geliyor.

Bugün Ankara’dan ayrılacak Suskun. Bense sınavımın olduğu güne dek bu şehirde kalacağım, tek başıma. Bu, bu dönem, buradaki son buluşmamız. Dolayısıyla duygusal bir moddayım şu an. Sarılıyorum sevgilime. Sizler hep bir Geveze olarak biliyorsunuz onu, bense Suskun olarak tanıdım. Yoksa nasıl kandırırdı beni? Yine susuyor. O da yemeğini bırakıp bana sarılıyor. Sağanak başlıyor. Sadece gökten değil benim gözlerimden de damlalar düşüyor. Yağmur yağıyor, ben ağlıyorum. Yağmur şırıl şırıl, ben hüngür hüngür gözyaşı döküyoruz.

Suskun’un tişörtü iyice ıslanıyor, kendime geliyorum biraz. Yemeğin yarısını tabakta bırakıp terk ediyoruz kafeyi. Kötü bir zaman seçtik, yağmurun dinmesini beklemeliydik. Yapmadık. Şemsiyemiz yok, montumuz yok, kapüşonumuz bile yok. Sadece birbirimize sahibiz bugün. Yurdun kapısına kadar yürüyoruz. Koşuşturmadan… Çünkü ne kadar geç varırsak yurda o kadar geç ayrılacağım ondan. Yağmur da zaman da insafsız davranıyor bana. Kuru tek bir noktamız ve geçirecek fazladan tek saniyemiz kalmıyor.

Uzun bir son sarılıştan sonra yanaklarına birer öpücük konduruyorum. Yurduna vardığında üstünü değiştirmesini tembihliyorum. Hayır, emrediyorum, mutlaka değiştirmeli! İçime sinmese de bırakıyorum ellerini. Kapıdan çıkışını, yeniden yağmurla buluşmasını seyrediyorum. Sırılsıklam bir sevgili görüyorum, âşık bir sevgili görüyorum, benim sevgilimi görüyorum. Ve artık bir şey göremiyorum, köşeyi dönüyor.

Minik Melek

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Sabah

Uyandım. Çıkmak istemiyorum bu yataktan. Kim kalkmak ister ki? Sanki eylemsizlik yasalarını tekrarlayan deneyleriz hepimiz: Yataktaki insan yatmak, ayaktaki insan uyanık kalmak istiyor. Ama ders çalışmam gerek. Bu hafta sonu sınavım var: Lisans Yerleştirme Sınavı. Dandik mi dandik bir isim… Ama bu sınavda başarısız olmak bana koca bir yıla mal olur. İsminin saçma oluşunu umursamadan onu ciddiye almam, öncesinde biraz çaba sarf etmem gerek.

Yataktan çıkmıyorum, doğruluyorum. İlk işim cep telefonumun alarmını susturmak ve mesajları kontrol etmek… Yastığın az ötesinde buluyorum onu. Yeni mesaj yok. Hazır elim değmişken internete de gireyim bari. Birkaç saniye bekliyorum. İnternette, Facebook’ta, yeni bir haber yok. Ayaklarımı halıya, telefonumu yatağımın yanındaki masaya bırakıp banyoya gidiyorum.

Yüzümü yıkıyorum. Saçlarımı yakın zamanda kızıla boyatmıştım. Bu yeni görüntümü bir kez daha inceliyorum. Saçlarımın hali içime sindiğine göre bana yakışmış olmalı. Aynadaki, güzel bir kız, kabul etmek gerek… Hayır, narsist değilim, öyle demeyin. Büyük bir yarası, lekesi olmaması halinden, gözlerin burnun yanlarında, kaşların altında oluşundan, en basit anlamda güzellikten bahsediyorum. Âşık olunası bir güzellik olup olmadığı hakkında son kararı ancak gelecekteki sevgilim “Berksancan” verebilir.

Mutfaktayım. Koca bir bardak soğuk suyu boğazımdan aşağı boca ediyorum. Mutfak camından dışarıyı seyrediyorum birkaç saniye. Sokaktan tek tük adamlar, kadınlar geçiyorlar. Havada nefis bir beste yankılanıyor. Kuşlar neşeyle cıvıldaşıyor, henüz insanlar gürültüleriyle, diğer sesleri kirletmeden önce.

Huzurla doluyum. Yatağıma dönüyorum. Mışıl mışıl uyuyorum. Sahi… Zaten niye uyanmıştım ki?

Yanlışlar Prensesi

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tiyatro Maskesi

Yataktayım. Ağzımın yarısı kapalı, diğer yarısıysa yastığıma salya akıtmakla meşgul… Uyanığım, bilincim açık, iki tane iki dört eder ama şu an ağzımı kapatamıyorum. Yatmak için öyle bir pozisyon bulmuşum ki kapanmıyor meret. Yastığım sırılsıklam. Ağzımı kapatmakla uğraşmak yerine kalkmayı tercih ediyorum. Bu musluğu sıkmanın başka bir yolu yok. Kalkıyorum ve yastığın halini görüyorum. Akşama kadar unutacağım bir not bırakıyorum kendime: Yastık kılıfını değiştir!

Lavabodayım, aynanın karşısına geçiyorum, yüzümü yıkıyorum. Gözlerimdeki çapaklardan kurtuluyorum. Gözlük camlarımın numarası çok büyük… Ve o gözlük şu an gözümde değil. Aynadaki beni doğru düzgün seçemiyorum bile. Odaya dönüp gözlüğümü buluyorum.

Bu arada bir gariplik seziyorum yüzümde. Evet, evet… Sağ tarafım uyuşmuş durumda. Parmağımla dürtüklüyorum dudağımı. Parmağım dokunuyor, farkındayım ama dudağım hissetmiyor. Çok ilginç… Salya yüzünden tahriş olmuştur belki yüzüm. Ama hayır, o zaman acır, rahatsız ederdi beni. Buysa içimi hoş eden bir uyuşma. Tekrar lavaboya gidiyorum. Aynanın karşısına geçiyorum. Yüzümü, yüzümdeki ayrıntıları seçebiliyorum. Nedense gülümsüyorum. Ve gülümseyişimi aynada görür görmez… Ehehuheuhe… görür görmez… Eheuhehe… Ve gülümseyişimi aynada görür görmez kahkahalara boğuluyorum.

Yüzümün yarısı felç olmuş durumda. Ciddiyim. Yarısı tepkisiz bir suratım ve gerçekten çok komik bir görüntüm var şu an. Yüzümün bir yarısı gülüyor, öteki yarısıysa hissiz, boş bir ifade takınmış. Hani tiyatroyu, tiyatroculuğu temsil eden bir sembol var ya: Bir yanı seviniyorken öteki yanı üzülüyor görünen maske. İşte şu an, yüzümü o maskeye giydirmiş gibi görünüyorum.

İçimden bir ses bu durumdan endişe etmem gerektiğini söylüyor. Ama zaten yapı’m gereği panik olabilen bir insan değilim, ezelden beri böyledir bu. O yüzden içimden gelen o sesi sallamıyorum. Öteki bir sesse “Aynaya bir kez daha bak.” diyor. Bakıyorum. Eheuheuhehue… Çok komik ya…

Meteor

5 Temmuz 2011 Salı

Kene

Bir dershanede coğrafya öğretmeniyim. Laf aramızda, öğrencilerim tarafından çok seviliyorum. Ben de onları seviyorum. Ama sınav sonrası dönemindeyiz. Şu dönemi, benim öğrencilerimden, onların da ben ve benim gibilerden uzak geçirmesi iki taraf için de daha tatlı olur. Aynen bunu yapıyoruz. Memleketim Çanakkale’deyim. Şehrin kıyıda kenarda kalmış bir köyüne, kendi köyüme, 2 haftalık tatilimi değerlendirmeye geldim. 1 hafta çabuk geçti.

Kırlarda gezip tozuyoruz kuzenlerle. Toz, toprak, çamur, tezek… Her macera yeni bir kir demek… Hava, herhangi başka bir Akdeniz şehrindeki kadar sıcak değil belki ama kabul etmek gerek, Çanakkale güneşi de kavuruyor milleti. Bunaltıcı sıcaklardan korunabilmek ve terden, kirlerden arınmak için her gün duş alınması şart. Ben de duş alıyorum. Duş alırken bacağımdaki bir leke takılıyor gözüme, parmağımla kazıyorum derimden ve yere düşen, bacakları sallanan şeyin bir çamur parçası değil, kene olduğunu anlıyorum.

Sağlık ocağına bir mendil parçası içinde getirdiğim yaramaz kene, şimdi bir tüp içinde, iki parmağım arasında duruyor. Bana yardımcı olamayacağı belirtilen sağlık ocağından ayrılıyorum, arabama atlıyorum, bir devlet hastanesinde muayene olmak üzere şehir merkezine geliyorum.

Devlet hastanesinde üç vezne ve dolayısıyla üç uzunca sıra var. Ortadakine girip beklemeye koyuluyorum. Sıra nihayet bana geldiğinde elimdeki tüpü veznedarın önüne bırakıyorum. Bu kene tarafından ısırıldığımı söylüyorum. Bir şey oluyor, mucizevî bir şey. Arkamdaki kalabalık kızıl deniz gibi yarılıyor, insanlar bariz bir mesafe koyuyorlar benle aralarına. Öyle ki yanlardaki vezneler bile boşalıyor. Veznedar, arkadaşlarına boş boş bakıyor önce. Sonra birini arıyor. Bir görevli eşliğinde muayenehaneye götürülüyorum. Kene ezelden beri var bu topraklarda. Çanakkale’de de kene sebepli bir ölüm vakası olmadı bugüne dek. İçim rahattı geldiğimde. Ama bu özel ilgi tedirgin ediyor beni. Ölüyor muyum?

Doktor, önümüzdeki on beş gün içinde baş dönmesi, yüksek ateş, kusma gibi şikâyetlerim olursa tekrar hastaneye gelmemi istiyor benden. Arabama dönüyorum, ana yoldan çıkıyorum, direksiyonu köy yoluna çeviriyorum. Yolda cep telefonuyla konuşulması yanlış bir davranış… Yine de sürekli sözü edilen ama benim çok da dikkat etmediğim “Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığı” hakkında daha fazla bilgi almam gerek. Açıyorum kayan kapağı, bu topraklardan, Çanakkale’den, cerrah bir arkadaşımı arıyorum. Çok matrak bir adamdır. Seviyorum, sayıyorum ama bazen sözlerini çok garip ve korkutucu buluyorum.

“Kene hastalık taşıyorsa 1 ay içinde ölürsün zaten. Keşke hastaneye kadar gidip boşuna yorulmasaydın. Köye dön, keyfine bak.”

Başım dönüyor, ateşim çıkıyor, midem bulanıyor. Çanakkale’de geçecek kalan 1 haftam, zehir olacak bana. Tabi o kadar ömrüm varsa.

Anonim

5 Haziran 2011 Pazar

Son Söz

Özellikle kız arkadaşım ve sevdiklerim tarafından bloga gösterilen yoğun ilgiden bıktığım için hikaye yazmayı süresiz olarak bırakıyorum. Blogu ziyaret eden günlük insan sayısı milyonların altına düştüğünde bir kez daha aranızda olabilirim sanırım. Şimdilik hoşçakalın.

3 Haziran 2011 Cuma

Aşti

Ankaray’dan inmeye çalışıyorum, ama trene binmeye çalışanların tazyiki izin vermiyor buna. Hepsi de aynı yüce amaç için, vagona biraz daha erken girmek için baskı yapıyorlar inenlere ve artık bundan vazgeçmiş olan bana. Anlayamıyorum. Ben, şimdi binmek isteyen herkesten en az 15 dakika önce bindim bu trene. İçerisi düşündükleri kadar eğlenceli olsaydı gösteriden en çok haz alan ben olurdum. Ama değilim. İteklemeyin!

Sırtımda Sabancı Üniversite’sinden aldığım sırt çantam; omzumda ağır, silindirik bir başka çanta… Takdir etmek gerek, metrodan inip otogara geçmek isteyenler için güzel bir sistem kurulmuş: Yürüyen zemin. Özellikle benim gibi yükü ağır olan insanların yararlanması amacıyla, yürümeye enerji harcamadan ilerleyebileceğiniz, elli metre kadar uzunlukta, bir metre genişlikte yol. Sırtımdaki, omzumdaki çantalarla ilerlemem güç olduğu için benim de epey işime yarayabilir o yol. Neden onu kullanmayıp duran zeminde yürüdüğümü ben de bilmiyorum.

Aşti uzaktan böyle görünüyormuş. Güzelmiş.
Benim otobüsüm “Giden” peronundan değil, “Gelen” peronundan hareket edecek. Çünkü her ne kadar İstanbul’a gidiyorsa da Kayseri’den geliyor. Giden salonunun havalı “Bursa yolcusu var mı? Bursa’ya mı gidiyorsun hemşerim? İstanbul mu? Hı… Ama Bursa’ya gideceksen ucuza bilet var yani…” sohbetinden uzak, sıcak bir yer benim için “Gelen Salonu”. Ama çığırtkanlardan kaçsanız bile nerede olursanız olun şu anonstan kaçmak mümkün değil: “Aşti içinde çığırtkanlık yapmak yasaktır. Lütfen çığırtkanlara itibar etmeyiniz.”

Gelen salonunda güzel bir yer buluyorum kendime. Eşyalarımı bırakıyorum, beklemeye koyuluyorum. Beklediğim şey otobüsüm değil. Bir saatten çok var gelmesine. Gözlerimi onun için dört açmadım. Hayır, beklediğim, her gününü burada geçiren, 118 numaralı peronun karşısındaki duvarla oturaklar arasında yatıp kalkan, psikolojik sorunları olan, sürekli kendisiyle konuşan, bazen coşan, çok kez havaya küfreden, deli bir teyze… Son iki gelişimde onunla karşılaşamadım burada, merak ediyorum akıbetini. Oturuyorum.

Otuz dakika kadar bir süre sonra bir öksürük sesi kesiyor düşüncelerimi. Gerçi bir şey düşündüğüm de yoktu. Kalkıyorum yerimden, 118’inci perona yürüyorum. Kırmızı pijamasıyla, oturaklardan birinin arkasında, bir battaniye üzerine uzanmış o kadını görüyorum. Öksürüyor bir kez daha. Doktor değilim, ama hiç hoşuma gitmiyor bu öksürüş. Moralim bozuk şekilde, öksürüşler eşliğinde eşyalarımın yanına dönüyorum.

Salonda gezinip kendi kendine konuştuğunu bilirdim. Ama şu ana kadar nasıl yaşadığını hiç merak etmedim. Ne yer, ne içer ya da bir şey yer içer mi? Hiç sormamıştım bunları kendime. Şimdiyse merak ettiğim kaç gün yaşayacağı. Uzunca bir süre geçtikten sonra eşyalarımı alıp perona varan otobüsüme doğru yürüyorum. Bana ağır gelen bir yük…

Suskun Geveze

1 Haziran 2011 Çarşamba

Papatya ve Orman

“İnanılmaz bir kalabalık” denir ya. Ben inanıyorum. Bu kadının konserine daha az kişinin gelmesi akla sığmazdı asıl. Konser alanı tıklım tıkış… Türkiye’nin ve bence dünyanın en kaliteli sesine sahip bu kadın, tabi ki ilgi büyük. İğne atsan yere düşer belki ama iki üç kişiyi delmesi gerekir. O mayın tarlasında dolaşadursun aşk sanıp, bense yüzlerce insan arasındayım. Dolaşıp duruyorum. Sahneye daha yakın olabilmek için bir açıklık arıyor gözüm. Buluyorum, ilerliyorum.

Kalabalık, kademeler halinde toplanmış: Her yeni kademe, ilerlemek için çok daha büyük güçlükler ve çaba demek. Kademe kademe geride bırakıyorum insanları ama peşime takılmış tek bir tanesiyle aramdaki farkı bir türlü açamıyorum. Ben nereye, o oraya… En dar dehlizlerden türlü zorluklarla geçerken ben, o adeta kayıyor kalabalığın içinde ve bir şekilde yakalamayı başarıyor beni.

Tanıyorum bu çocuğu, aynı amfideyiz. Lisede Geveze benim için nasıldıysa üniversitede de bu çocuk aynı benim için: Sürekli olarak hakaretlerime, hakaret ağır oldu biraz, iğnelemelerime göğüs germek zorunda kalan ama bunları umursamayan esprili, eğlenceli herhangi bir insan… Bana eşlik etmesinde, kalabalığı aşarken benim çektiğim zorlukları çekmeyişinin moral bozuculuğu dışında, hiçbir sakınca yok.

Çok zorlanıyorum ilerlemekte. Çok da yoruluyorum. Ama nihayet bir konum buluyorum kendime. Şebnem Ferah manzaralı, mükemmel bir yer üstelik… Yeni şarkı başlarken neşem, enerjim yerine geliyor. O, “Benim adım Orman.” diye bağırıyor. Benim adım Papatya ve önümde duran asla tanışmayacağım kızın adı Yasemin. Yine de herkes gibi biz de eşlik ediyoruz şarkının sözlerine, adımızın Orman olduğunu haykırıyoruz dağlara taşlara.

Şarkının nakaratı geride kalıyor. Sözü tekrar işin ehline, sadece ve sadece Şebnem Ferah’a bırakıyoruz. O sırada amfiden arkadaşım dürtüyor beni. Beni sevdiğini söylüyor. Gözlerimi büyütüyorum. Gürültüye rağmen oldukça net bir mesaj gönderiyorum ona, sadece gözlerimi büyüterek. Panik yapıyor, sevgisinin arkadaşça olduğunu geveleye geveleye kısıyor sesini. Yazık, sönüyor hevesi. Benimse şu an herhangi bir şeyle, mesela onun hayal kırıklığıyla, ilgilenme lüksüm yok; şarkının kalanıyla ilgileniyorum. Çünkü kalabalık içindeki herkes gibi benim adım da Orman.

Papatya

29 Mayıs 2011 Pazar

Yatakhane

Yatakhanede, odamdayım. Sol yanımda Maymun uyuyor. 8’de kaldırmam gerekiyor onu, unutturmayın. Kuruluyorum Majeste’nin bilgisayarının karşısına. Bu sene boş vaktimin, yani bütün vaktimin, çoğu bu bilgisayar karşısında geçti. Metin dosyasını açıp yazmaya başlıyorum. Ne yazacağımı planlamadım. Çünkü biliyorum: Bu kez yazışımla eşzamanlı gelişen bir öykü olacak bu.

Yurdun merkezindeki odalardan biri bizimkisi… Yurdun tam ortasındaki apartman boşluğuna bakıyor pencere. Her katta bunun gibi 6 oda ve yurtta bizimki gibi 7 kat daha var. Dolayısıyla teknik olarak 47 odayla aynı atmosferi, aynı duygu yoğunluklarını, aynı başarıları, aynı hayal kırıklıklarını paylaşıyoruz. Bu, genelde kötü sonuçlar doğuruyor. Ama bazen çok kötü sonuçlarla da karşılaşabiliyoruz. Yine de alışıyoruz çoğu zaman, alıştım.

“Varlığın çok şey kazandırır ama yokluğun hiçbir şey kaybettirmez.” Her odada başka bir sohbet dönüyor. Bu beylik cümlenin çıktığı ağızsa tam karşımızdaki odada, etkileyici ses tonu ve düşük karakter yapısına sahip biri… Yurt hayatının büyük çoğunluğu diğer odalardaki insanlara bağırıp müzik sesini kıstırmak veya sohbetlerini baltalamakla geçti. Bazen de hayatla ilgili çok şey bildiğini zannederek konuşur böyle. Oysa söz ettiği konu, büyük şehirde sevgiliye sahip olmak, hakkında ne biliyor olabilir ki? Benim yokluğum ona değil belki ama Minik Melek’imin yokluğu bana çok şey kaybettirir mesela.

“Begüm… Begüm hu…” Bu da başka bir odadan gelen inilti… Yurdumuzda her odaya 24 saat kesintisiz müzik keyfi sunulur. İstesen de istemesen de dinlemek zorundasındır hangi odadan geldiği belli olmayan melodileri. Bir nevi korsan radyo gibi, sadece bu radyo kanalı bulunduğum binadan yayın yapıyor. Ve bazen müziğe parazit kıvamında bu tarz sanatsal yorumlar eşlik ediyor.

Düüüüüt… Düdüt… Düt… Kambersiz düğün olmaz. Neyzen Tevfik de geldi nihayet. Bu apartman boşluğu bir gitarist, bir de bağlama ustası yetiştirdi bu sene. Tevfik’inse, artık adı bu, hangi şarkıyı çaldığını koca bir yıl boyunca çözemedim. Elindeki flüt ya da her ney’se, çocuğun aklındakinden çok daha farklı bir şey ortaya çıkardığı kesin. Sana hiç söyleyemedim Tevfik. Ama şu an, “Rahatlatıcı bir müzik ziyafeti sunuyorum yurttakilere ve ruhlarını dinlendiriyorum.” diyorsun ya içinden, yanılıyorsun kardeşim. Allah aşkına nefesini kendine sakla.

Sesleniyorum iki kez. Karşılık alamıyorum. Bir kez daha, daha yüksek sesle tekrarlıyorum Maymun’un adını ve hafifçe dürtüyorum onu. Garip bir ses çıkarıyor. Yavaş yavaş doğruluyor yatağında. Bizim lavabodan gelen su damlamaları da eklendiğinde yurdun senfonisine, demeyin keyfime. Bu keyfe o da eşlik etsin istiyorum.

Suskun Geveze

27 Mayıs 2011 Cuma

Kahraman

Yüksek lisans yapıyorum. Geç saatlere kadar çalışıyorum. Okulun kütüphanesinde geçiyor vaktimin çoğu. Kaynak taraması, kaynak taraması, kaynak taraması… Parola bu. Yine de bir ailem var, eve giriş saatleri de aşağı yukarı bellidir. Kütüphanede sabahlayacak halim yok. Güneş battıktan sonra birkaç sayfa notla birlikte ayrılıyorum oradan. Otobüs kuyruğunda gençliğimi heba etmeye niyetli değilim. Mavi minibüse atlıyor, evimin yolunu tutuyorum.

Minibüsten iniyorum, eve birkaç dakikalık mesafem var. Yürüyorum. Bir iki dakika geçiyor. Yürüyemiyorum. Ayakları yere basan bir insan sanıyordum kendimi, değilmişim. Düşüyorum. Çantam açık; notlarım, telefonum, cüzdanım, anahtarlarım yere saçılıyor. Yanımdan bir adam geçiyor, göz göze geliyoruz, nedense utanıyorum. Düz yolda yürümekten aciz olmanın nesi utanç verici ki? Telefonumu kotumun, cüzdanı hırkamın cebine koyuyorum. Notlarımı da hızlıca çantaya tıkıştırıyor, kalkıp yürümeye devam ediyorum.

Çok geçmeden garip bir his beliriyor içimde. Takip edildiğimi hissediyorum. Arkama bakıyorum. Az önce göz göze geldiğim aynı adam… Takip edildiğim düşüncesini boş bir kuruntu kabul ediyor, yürümeye devam ediyorum. Bir sokaktan sağa sapıyorum. Bir kez daha arkama bakıyorum, adam hala orada. Kötü bir tesadüf ya da her ne olursa olsun. Korkuyorum, adımlarımı hızlandırıyorum. Adam da hızlanıyor. Apartmanın önüne geldiğimde hemen zile basıyorum, otomatik kapının açılmasını beklemeden anahtarımı çıkarıyorum, apartmana giriyorum, merdivenlerden çıkmaya başlıyorum. Kapıyı kapatmak! Unuttum! Adam da giriyor apartmana.

Merdivenleri koşar adımlarla tırmanırken adamın adımlarının da son hızla atıldığını duyuyorum. Tam dairenin kapısının önünde yakalıyor adam beni. Kötü bir tesadüf değil bu, adam bir kapkaççı. Çantamı kaptığı gibi bir çığlık atıyorum, kaçıyor. Merdivenleri son sürat inmeye başlıyor. Bizim dairenin kapısı açılıyor o anda. Üzerinde pijaması, ayağında terlikleri, elinde televizyon kumandasıyla bir adam, babam… Ne olduğunu ben bile anlamamışken o her şeyi çözüyor çığlığım ve hızlı atılan adım seslerinden. Bir fişek gibi atılıyor, kapkaççının ardından iniyor merdivenleri.

Babam yaşını almış adam, ayağında terliklerle hırsızı yakalamayacağına eminim. Ama beni asıl korkutan hırsızı yakalaması… İşin kötüsü çantanın içinde uyduruk birkaç sayfa nottan daha fazlası yok. Anahtarlarım elimde, telefon ve cüzdanım ceplerimde.

Geçen birkaç dakika, korkudan başka hiçbir duygu tattırmıyor bana. Nihayet kapının zili çaldığında babamı ben karşılıyorum. Üzerinde pijaması, ayağında terlikleri, elinde kumanda ve kaçarken hırsızın bıraktığı çantam… Bütün babalar kızlarının kahramanıdır. Benim babam da benim kahramanım.

Baloncuk

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Yüz

16 yaşımda başladım üniversiteye. Nasıl olduğunu sormayın. Yazar da bilmiyor nasıl olduğunu, yazmayacak. (Ama teorilerim var: 3 yıllık lise, 1 yıl erken başlamak gibi.) 22 yaşımdayım. “İngiliz Dili ve Edebiyatı” bölümünü bitirdim, yüksek lisans yapıyorum. Zordur İngilizce, sadece İngilizce de değil, herhangi bir dili incelikleriyle öğrenmek. Mükemmeliyetçi değilim ama inanın şu an İngilizce namına çok da bir şey bildiğimi düşünmüyorum.

Yürüyorum bir caddede. Hiç kopamadığım kot pantolonum var üzerimde. Pembe bir bluz, mavi bir hırka… Her sabah, alışkanlık olmuş, o günün hâkim rengi neyse o renk oje sürerim tırnaklarıma. Renk spektrumum tahmin edebileceğinizden daha geniş: 3 farklı mavim var mesela. Bugünse tırnaklarımın rengi pembe… Yürürken dikkatimi çekiyor o tırnaklar. Acaba gerçekten güzel oluyorlar mı yoksa çok saçma bir iş mi yapıyorum rengârenk ojeler seçerek? Tekrar tırnaklarıma ve bluzuma bakıyorum, cevap veriyorum: Pembe farla renklendirilmiş göz kapaklarım da düşünülürse gerçekten uyumlu ve güzel oluyorlar.

Yürümeye devam ediyorum. Birazdan yürüyüş sona erecek, taksi durağına varacağım, evime gideceğim. Taksi durağına az bir mesafe kala sağımda bir kol beliriyor. Aynı kolun bir eşi solumda… Ve o iki kol karnımda buluşmak üzere kapanıyorlar. Biri sarılıyor bana! Sevgilim yok ve bu kollar bir erkeğe ait. Şok olmuş durumdayım. Beni sıkıca saran kollardan kurtulup arkamdaki adama bakıyorum. Tanımıyorum.

Hemen kendimi taksiye atıyorum. Adrenalin seviyem yükselmiş durumda. Zorlukla söylüyorum taksiciye evimin bulunduğu yeri. Taksi harekete geçtiğinde adamla göz göze geliyoruz. İki kolunu yanlara açmış, ne olduğunu anlamaya çalışırcasına şapşal bir ifade takınmış yüzüne. Sanki benden daha çok şaşırmış bu duruma.

Evime, güvenli bölgeye, vardığımda bir nebze rahatlayabiliyorum. Odama koşar adımlarla yürüyorum, çantamı bırakıyorum. Hemen yüzümü yıkamaya gidiyorum. Salona dönüyorum.

Önce pembe rengini kaybetmiş göz kapaklarına ve şimdi yüzün tamamına bakıyorum. Benim mi bu gencecik yüz? Benim mi bu gözler, bu burun, bu çatık kaşlar? Değil işte! Her şey biraz daha berraklaşıyor o andan itibaren. Ben ne kadar inkâr edersem edeyim yüzüm benzersiz değil, karşımdaki yüzle, tek yumurta ikiziminkiyle aynı.

Baloncuk

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Taş Kağıt Makas

Çok bekledim. Sizin için sıradan bir albüm olabilir. Benim içinse üst düzey bir yapıt, bir sanat abidesi gibi Da Poet’in Poetika’sı. Gerçi henüz şarkıların hepsini dinlemedim ama “Taş Kâğıt Makas”ın video klibi tam da bir repçiden beklediğim gibi olmuş, kalan şarkılara da güvenim tam. Hayır hayır… Müziğin tadı konusunda hayal kırıklığına uğramayacağım.

D ve R’deyim. (D&R) Dediğim gibi, çok bekledim. Ve şimdi, elimdeki albümün İspanyol bir ressam tarafından çizilmiş ön kapağına bakıyorum. Müzik bölümünü tatmin olmuş şekilde terk edip dergilere yöneliyorum. Galatasaray dergisini düzenli olarak alan bir insanım, yurtta yatağın üstünde duruyor son sayısı. Yine de sarı kırmızı renkler cezp ediyor beni. NTV bilimin son sayısının kapağına göz gezdirip oradan da ayrılıyorum.

Kasalara geliyorum. İki kasa var, ikisi de dolu durumda, soldakini seçiyorum. Önümdeki adam çekiyor dikkatimi. Benim elimdeki hazinenin yanında onun elindekiler çok hantal ve değersiz görünüyor. Hiç biri Poetika albümü değil. Koca koca kutular… Meraktan değil, sırf görüş alanımı kapattıklarından incelemeye başlıyorum.

Üç karton kutu var adamın elinde… Şüphesiz bundan ibaret değiller, içleri de doludur herhalde. Biri siyah, biri türkuaz, sonuncusu beyaz… Kasa kuyruğunda sıra adama geldiğinde teker teker bırakıyor kutuları masaya. Siyah kutu en küçük olanı… 50 Lira. Türkuaz kutunun üzerindeki yazıları okuyabiliyorum siyahın garanti belgesi doldurulurken. Türkuazın bandrolü okutulduğunda 749 Lira 50 Kuruş tutuyor o kutu ve içindeki şey.

Nintendo 3DS. Gözlük veya benzeri hiçbir aparata ihtiyaç duymadan 3 boyutlu görüntü imkânını kullanıcıya veren son teknoloji ürünü bir oyun konsolu… Oda arkadaşım anlatmıştı bunu bana. Gerçek değil gibi geliyordu. Gerçekmiş. O şey bu şeymiş meğer.

Sağdaki kasa boşalıyor. Kadının beni kastederek yan kasaya geçilebileceğini söylediğini duyuyorum. Adam kâğıt kâğıt bırakıyor paraları masaya. O kâğıtlarla taş gibi makineyi alıyor. Muhtemelen çocuğu ya da bir başka tanıdığı için alındı ama orta yaşına rağmen adamın, kendisine verdiği bir ödül bile olabilir o şey.

Elimdeki albüme bakıyorum. Bir de adamın elindeki teknolojinin nimetlerinin en kalitelisine, en güzeline… Düşünüyorum: Elimde tuttuğum albümde bulunmayan neyi bulmuş olabilir bu adam, önünde duran oyun konsolunda? Cevap veremiyorum. Çünkü bu albüm, bir insanın kendisinden beklediği her şeyi karşılayabilecek durumda. O anda oyun konsoluna olan tüm ilgim sönüyor. Yan kasadaki kadın yine bana sesleniyor galiba. Duymuyorum, içgüdüsel olarak geçiyorum o kasaya. Kulağımda sadece şarkının ritimleri var.

Majeste

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Heybeliada

Dershaneden çıkıyorum. Sevgilimle buluşuyoruz. Saatlerce ders dinledikten sonra sevdiğimin yüzünü görmenin nasıl bir şey olduğunu tahmin edersiniz: Süper bir şey. Kararlar verilmiş, planlar yapılmış: Heybeliada’ya gidiyoruz.

Heybeliada’ya daha önce hiç gitmemiştim. Bu ilki, onunla yaşayacak olmak apayrı bir zevk. Deniz yolculuklarını oldum olası sevmişimdir. Köpükler, su, maviler falan… Ayağı toprağa değen çamura bulanıyor sanki, oysa tuzlu su yara yaksa bile temizlik, tuzu olsa bile saflık demektir benim için. Hele sarı ve kırmızı aşkıma rağmen şu güzeller güzeli mavinin baştan çıkarıcılığı yok mu? Mümkün olsa da hiç yanaşmasak karaya ama günün ilk deniz yolculuğu sona eriyor.

Ayak bastığım ada çok tatlı bir yer… Sahilde üç beş balık lokantası, kafe var, hepsi bu kadar. Hemen gezmeye, gezerek öğrenmeye, tanımaya başlıyoruz bu yeri. Tek katlı şirin evler, sokaklarda koşuşturan çocuklar, evlerinin önünde merdivenlere oturup konuşan, belki dedikodu yapan belki yemek tariflerini paylaşan kadınlar… Sağlık ocağının yanından geçiyoruz. Ama aklımı orada, sağlık ocağının duvarında, hoşuma giden şu bir çift cümlede bırakıyorum: “Sevebilme yeteneği en büyük şanstır. Sevgi en büyük ilaçtır.” Yanı başımdaki insana, en büyük şansıma bakıyorum. Gülümsüyorum.

Bu diyarı karış karış dolaşma arzusuyla yanıyorum. Bu hayalimin büyük kısmını gerçekleştiriyoruz bugün ama nihayetinde ikimiz de yorgun düşüyoruz. Durmak istemiyorum aslında ama bir buçuk ay geçti ameliyat oluşum üzerinden. Ölmüyorum merak etmeyin, basit bir iki operasyon sadece. Ama yine de doktor amcalar kesip biçtiler beni. Ben gezmek istesem de o sağlığımı düşünüyor, dinlenmemi uygun görüyor. Oy çokluğuyla dinlenmemde karar kılıyoruz. Ara sokaklardan sahile iniyoruz.

Sahilde rakı balık keyfi… Evet, alkol kullanıyorum. Ama kızmayın bana, abartmadım hiçbir zaman. (Abarttıysam da hatırlamıyorum.) Bu şehirde, bu denizin yanı başında, bu gökyüzü altında sarhoş olup dağıtamıyorum kendimi. Kıyamam ki bu şehre! Yine de, kimseyi rakıya özendirdiğimi düşünmeyin, Zakkum’un “Anason”unu dinleyip de rakı içmemiş olmak yanlış geliyor bana. Başlamayacak olan dinlemesin.

Rakılar içilip balıklar bitirilince yeniden başlıyoruz tırmanmaya. Ağaçların ortasında dolanıyoruz biraz. Bir şey arıyorum. Aradığım şeyi sevgilim buluyor: Ağaçların arasından denizi izleyebileceğimiz harika bir yer. Oturuyoruz. Başımı omzuna yaslıyorum. Kalbim çok hızlı çarpıyor ama garip, huzur doluyum. Başım dönüyor. Daha doğrusu başım hareketsiz, sevgilimin omzunda hâlâ, dünya dönüyor etrafımızda. Galiba sarhoş oldum. Sebebi rakı değil.

Yanlışlar Prensesi

19 Mayıs 2011 Perşembe

Tıpçı Güncesi

Başlıktan anlaşılmadıysa daha net bir dille açıklayayım: Tıp okuyorum. Henüz birinci sınıftayım ama deli gibi çalışıyorum. Birinci sınıfta sonsuza dek kalmayacağım ama Allah izin verirse birinci sınıf bir doktor olacağım. Benle aynı dönemden olup benden daha iyi üniversitelerde okuyan ama daha “Süperego”nun ne demek olduğunu bilmeyenler var. Onlar nerelerde okuduklarını tekrarlayadursun, gönül rahatlığıyla “Ben doktorum” diyebilmek için bu çaba. Adım adım ama büyük adımlarla ilerliyorum doktor olmaya. Önümde uzun bir yolum ve çok uykum var.

Sabahın erken saatleri… Yatağın kenarına oturuyorum. Ayakkabılarımın içindeki çoraplarla göz göze geliyoruz. Alıyorum bir tekini elime, ayağıma geçiriyorum. Bu arada “Ben niye uyandım?”, diye soruyorum kendime: Dersim öğleden sonra başlayacak. Evet, uyanmışım bir şekilde ama artık bir önemi yok, yeniden yatarım. Önemli olan, çoraplara ne olacağı… Önce diğer tekine bakıyorum, sonra ayağımdakine… Diğer teki de giyip yatıyorum.

Başka bir gün… Yine sabahın erken saatleri… Telefonum yatağımda, yastığımın hemen yanında… Titreşip duruyor. Birazdan ses çıkarmaya da başlayacak, bunu yapmadan önce durduruyorum alarmı. Yatağımın kenarında telefonumla birlikte iki kitap, bir dergi, bir de poster var. Gözlüğüm? Kafamı çeviriyorum. Gözlüğümün masada olduğunu görüyorum. Çok uzak! Zar zor kaldırıyorum bedenimi, upuzun bir yol kat ediyorum, gözlüğümü alıyorum, yatağıma dönüyorum, gözlüğümü gözüme takıp yatıyorum.

Bambaşka bir gün… Bu sabah kalkmayı başardım. Saate bakıyorum: 15.54. Yani yaklaşık 6 saattir bu sandalyede oturuyorum. Canım çok sıkılıyor. Ama şu an bunları düşünmem, canımın sıkılması bile yasak. Kasları bitirmem şart ve şu “kasları bitirmek” amacım benim kaslarımı bitiriyor. Şimdi oturuyorum, iyi güzel ama kalktığımda nerem nasıl uyuşmuş olacak merak ediyorum. Masanın altına bakıyorum. Hiçbir şey yok. Çalışmaya devam ediyorum. Çok geçmiyor, tekrar bakıyorum masanın altına. Hala boş… Yere bir şey düşsün de kalkıp alayım diye can atıyorum. Olmuyor.

Uyanıyorum, kalkıyorum, çalışıyorum, yoruluyorum, durmuyorum, yemek yemeyi unutuyorum, kemik isimlerini unutmuyorum, çabalıyorum, daha çok yoruluyorum, gün içinde birkaç kez ölüyorum, daha az sayıda diriliyorum, çalışıyorum, çabalıyorum. Hepsi şunun için: “Gönlüm rahat, ben doktorum.”

Majeste

17 Mayıs 2011 Salı

İlk Hipnoz

İnsan konservesine dönmüş yeni model bir trende kapı önüne sıkışmış haldeyim. Bilinçaltımda kalan bir şey yeniden su yüzüne çıkmaya karar vermiş olacak ki eve dönerken bindiğim trende raylara bakarak kendimi hipnotize etmek geliyor aklıma. Trenin yeni model oluşu önemli, zira eskilerin camından bakıp bırak hipnoz olmayı, dışarıyı bile doğru düzgün göremeyebilirdim.

Aklımda yine bana özgü manyakça, bilimsel bir merak var tabi. Kulağımda uygun müzik, önümde uygun sahne ve ben Feneryolu’nda, yani benim için mezun olduğum lisemin durağında, hipnoza girmeye çalışıyorum. Zihnim uzun zamandır olmadığı kadar boş, berrak. (Çok önemli düzenleyici notu: Genelde zihni hep boştur, bomboş…)

İstediğim şey basit, bu zamana kadar okuduğum ders kitaplarını hatırlamak. Basit kısmı bu, zor kısmıysa bir video izlercesine hatırlamayı ummak… Sıra dışı bir istek belki ama beni tanıyanların gayet makul bulacakları bir dilek, üstelik imkânsız değil. Çünkü “hiperemnezi” diye bir şey var, basitçe aşırı hatırlama demek ve belki de yapabilirim.

Zihnimde isteğimi, emrimi doğru olduğunu umduğum biçimde yavaşça, çok yavaşça hatta dururcasına kendi zihnime söylüyorum; hafızamı atağa kaldıracak savaş borusunu bizzat çalmaya yelteniyorum. Başarılı oluyorum, bir şeyler, garip ve gayet net bir şeyler görüyorum.

Dini bazı imgeler, kitaplar, yazılar derken (Çödn2: Epey uzunca gördüğü rüya anlatılmıştı, kestim.) denemelerim daha fazla süremiyor. Hemen yanımda duran adam her nedense kapının üstündeki butonla, hani şu tramvaylarda da olan ve kapı açtığı sanılanla oynamaya başlıyor. Benim de bunun üstüne fena halde sinirim bozuluyor nedense. Ve böylece ilk denememi sonuçlandırmış oluyorum.

Soruyorum kendime acaba o şey rüya mıydı diye? Rayların görüşümden çıktığı, o sonsuz akışın kesildiği herhangi bir an olmadı. En azından bana öyle geliyor. Belki sadece bir tür rüyaydı ama her ne olursa olsun bilinçle hipnozu zihin evrenimin ayrı iki ucundan tutup birbirine komşu etmeyi başardım. Çünkü rüya olsa bile sonuçta kendimi, isteklerime çok yakın bir doğrultuda, en yüksek netlikte ve uykunun tüm süreçlerini belki de alt üst ederek rüya görmek için uyarmıştım. Veya hiç olmadık bir biçimde daha ilk denemede çok narin, çok kırılgan bir hipnoz anını yakaladım.

KİRPİ

* Bu yazıda yayınlayanın emeği yok, sadece birkaç yeri kırptım. Yazı bizzat Kirpi tarafından yazıldı. Bu yüzden bir savaşçı, bir kahraman gibi gösterilmeyi hak etti.

15 Mayıs 2011 Pazar

Tekin Değilim

Alıştım garlara, gezip tozmaya, seyahat etmeye. Sanırım sıkılıyorum sürekli aynı enlemde aynı boylamda kalmaktan. Ayrıca aynı anda hem okuldaki devamsızlığımı dönem tekrarı sınırından uzak tutmak hem de sevemediğim şu Ankara’dan uzak durmak mümkün değil. Bu yüzden yine Ankara şehirlerarası otogarındayım. Yolculuğun başlangıç noktası olduğunda o kadar da sevimsiz görünmüyor gözüme.

Elimde bavulum, otobüsümün kalkmasına dakikalar… Bekleme salonuna çıkıyorum. Oturacak çok yer var. “Oturakları yatak olarak kullanan bıyıklı adam” manzarasına sahip olmayan birini gözüme kestiriyorum. Seçtiğim yerin çaprazında geleneksel bir Türk Ailesi konuşlanmış. Başörtülü bir teyze var. Kucağında bebesi, yanında kocası duruyor.

Aşti’de oturma yerleri gıcık eder adamı. Yaklaşık on kişinin oturabileceği uzunlukta, kenarları olabildiğince yuvarlatılmış, metal koltuklar… Kenarların kavisliliği ve metalin pürüzsüzlüğü oturağı oturamamaya, kaymaya oldukça elverişli hale getirdiğinden yapılabilecek en iyi şeyi yapıyor, bir bacağımı ötekinin üstüne atıyorum. Elimde telefon var, mesaj falan atıyorum millete.

Çaprazımdaki kadın kalkıyor, bebeğini uyutma çabasıyla sallana sallana yürüyor. Daha üç dört adım atmışken kocası sesleniyor ona. Kadının adı Gülay’mış. İlk seslenişi duymuyor, ikincisinde kocasına “Emmo” diye hitap ediyor. Kocasının adını merak ediyorum: Emmanuel? Kadın, “Yanıma otur.” çağrısına uyuyor. Ne olduğunu soruyor? İnanamıyor, kocasının abarttığını düşünüyor. Kocası iki kez aynı sözü söylüyor; ilkinde fısıltıyla, ikincisinde daha anlaşılır bir dille: “Tekin değil bu.”

Söz konusu “bu”, benim… O ailenin kalkıp uzaklaşması ardından önce bacak bacak üstüne atmayı bırakıyorum, sonra eşyalarımı daha yakınıma çekiyorum. Yalnız kalmış durumdayım, güvende hissetmiyorum Tekin olmayan ben ile aynı ortamı paylaşmaya daha fazla cesaret edemiyorum. Kalkıyorum.

İptal

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Zincir

Heykel yönündeki girişten metroya iniyorum. Merdivenleri ikişer üçer geçiyorum. Sürekli gönderdiğim mesajlar ve onlar sayesinde sevgilimle kurduğum gümüş bağ dışında dünyadan kopmuşum, orta yaşlı bir adam tarafından turnikelerin önünde durdurulana kadar. Saat soracaksa telefon elimde, yer soracaksa harita beynimde, cevap vermeye hazırım. Elinde bir kart… Bana uzatıyor.

Ulus’ta size uzatılan bir kart genelde iki amaca hizmet eder. İlkini anlatmak gelmiyor içimden. Sadece üzerinde, bir telefon numarası bulunduğu bilgisini verebilirim.

İkincisi, milleti kandırmak, sömürmek için… Bir nevi sermayeli dilencilik… Eline kartpostal geçen soluğu sokakta alıyor arkadaş! “Soy sop derneği için kartpostal satıyorum. Soyu sopu belli olmayan kardeşlerimize siz de yardım eli uzatmak istemez misiniz? Sadece 5 lira…” benzeri konuşmalar yapıyorlar. Ama tanıdık isimler kullanıyorlar: TÜBİTAK veya LÖSEV gibi… Allah aşkına… Hayvan gibi bilimsel kitapları, çok kaliteli bir süreli yayını varken TÜBİTAK gerçekten kartpostaldan medet umuyor olabilir mi?

Bu iki türün istisnası olarak, adamın elindeki kart, bir yabancıdan kolay kolay göremeyeceğiniz düşünceliliğin vücut bulmuş hali: Boş bir EGO bileti. Belediyeye ait toplu taşıma araçlarında (otobüs, metro) kullanılan bilet. Tamamen kullanılmış ve içinde para kalmamış bu biletin. Ama son kullanım üzerinden 75 dakika geçmemiş. Yani bir kez, hatta şanslıysanız iki kez daha kullanabilirsiniz onu. (75 dakika içinde 2 kez aktarma yapma kuralı.) Adama teşekkür ediyorum ve turnikelerden geçerken, ondan aldığım bileti kullanıyorum.

İlham veriyor bu düşünce bana. Kendime söz veriyorum. Ben de aynısını yapacağım!

------

Şu ana kadar dört kez aklıma geldi biten EGO biletimi 75 dakika içinde kullanacak başka birine vermek. Bilet verme denemelerimin yarısı başarısızdı. Elimdeki indirimli EGO biletini kullanmaya uygun aday bulamadım. Her iki denemede de durağı ikişer kez dolaştım, inanın ki çabaladım. Başarılı ikisiyse akşamüstüne denk geldi. Liseler dağılınca, gördüğüm ilk üniformalı gence veriyorum bileti.

EGO! Seni 125 kuruş da olsa o paradan mahrum edeceğim oğlum!

Suskun Geveze