30 Nisan 2011 Cumartesi

Duvar

Elimde birkaç ay önce aldığım telefonum… Ekranda, yüklediğim onlarca oyundan biri var. Hani topları fırlatıyorsun da üç tanesi yan yana geldiğinde birleşip okeye dördüncü aramaya gidiyorlar, seni de daha az topla bırakıyorlar ya, o cinsten.

Ankaray’dayım. Kızılay durağında, onlarca insanla beraber ben de iniyorum. Elimde telefon, ekranda oyun, kendimi kalabalığa bırakmış sürükleniyorum. Yürüyen merdivenle bir kat, -2 ’ye çıkıp başımı kaldırıyorum. Karşımda “Metro” tabelası olduğuna adım kadar emindim, sadece okun yönü mühim benim için: Sol. Sola dönüp geniş koridoru takip ediyorum.

Metro henüz gelmiş, insanlar iniyorlar trenden. Her zamanki gibi ortalardaki vagonlardan birinde (gittiğim yöne yakın olan vagon) gidiş yönüne ters ikinci kapının hemen yanına oturuyorum. Kapılara bitişik ikişer koltuk beyaz, diğerleri sarı renkli... Camların üstünde “Beyaz koltuklar, gazi, yaşlı, engelli ve hamile yolcular için ayrılmıştır.”, diye yazar. Hiç anlam verememişimdir o yazıya, şimdi de veremiyorum. Beyazı sarılardan ayıran nedir çözemediğim gibi eğer sarı koltuklardaysak yaşlılara yer veremezmişiz gibi bir his de uyanır bende. Şu an buna kafa yormuyorum. Ekranın sağındaki iki pembe top arasına üçüncüyü yerleştirmeye çalışıyorum.

Ulus! Trenden iniyorum. Gidiş yönüne ters ikinci kapıyı seçmiştim çünkü Ulus istasyonunda, tam da yürüyen merdivenin karşısına denk geliyor o kapı. Kafama kazınmış yollar. Yürüyen merdivendeyken birkaç top daha fırlatıyorum. İki kez sola dönüp ilerliyorum. Turnikelerden geçip bir kez daha sola dönüyorum. Telefon elimde, gözlerim telefonda yürüyorum. Durdum! Tam karşımda, hemen burnumun ucunda bir duvar… Hayır, çarpmadım. Ama yine de aptalca bir şey yapmaya çok yaklaşmıştım. Kimin fark ettiğini, kime rezil olduğumu görmek için sağa bakıyorum. Elinde çantasıyla, krem rengi etekli, ceketli bir iş kadını… Benim kullanmayı umduğum, duvarla kesilmeyen yola yönelmiş ama durmuş. Kafamı çevirdiğimde şaşkın gözlerini benden ayırmaya fırsat bulamıyor. Gülümsüyorum. Çok geçmeden o da gülümsüyor, yoluna devam ediyor. Mutlu oluyorum onu eğlendirdiğim için. Ve sanırım biraz da yüzümü duvara yapıştırmamış olduğumdan…

Suskun Geveze

Gar

Sabah saatlerinde ayak bastım bu şehre. Şimdi, daha tarih değişmemişken yine otogardayım. Otobüsümü bekliyorum. Karnım çok da aç sayılmaz. Ama önümde 8 saatlik bir yolculuk var. Yolu yarılamışken falan illa ki midem kazınıyor olacak. Elim mahkum, gardaki büfelerden birine gidiyorum. Sandviç tarzı bir şeyler olup olmadığını soruyorum. Cevap olumlu. Çeşitleri öğrenmek isteyecekken büfeci başka yöne dönüyor, müşterilerden birine para üstünü uzatıyor. Asırlar sonra tekrar benim bulunduğum tarafa döndüğünde hala orada oluşuma şaşırıyor. “Sandviç kalmamış. Tost vereyim sana.” Geçen asırlar içinde sandviç de biter, dünya savaşı da çıkar, AB’ye bile gireriz. Normal karşılıyorum. Tostun fiyatını soruyorum. 3 lira mı!? Ama karışık alırsam 3 buçuk mu!? Yuh.. Kriz burayı teğet geçmemiş; içinden geçmiş, en değerli parçasını delmiş, ortasında da müşteriler tarafından doldurulmak üzere koca bir boşluk bırakmış. Ufaktan ufaktan tavuk dönerin yanına ilerliyorum. Yarım ekmek arası tavuk döner 2 buçuk lira. Bu fırsata balıklama atlarken şu ikilemde kalıyorum: Tosttan ucuz olan bu yiyecek, penguen eti mi yoksa kerkenez mi? Ilıman iklimlerde ve deniz kıyısında oluşumuzu göz önünde bulundurarak martıda karar kılıyor, kuytu bir köşeye pinekliyor, tadı haşlanmış tavuğunkini aratmayan martı etimi iştahla, lokma lokma mideme indiriyorum. Sabah karşılaştığım üç voleybolcu geliyor aklıma.


“Pardon ağabeycim. 2 dakika tutar mısın şunu?” Seyyar çaycı, bacak kadar bir çocuk, elindeki bardağı bana uzatırken söylüyor bunları. Plastik bardağı avucumun içine bırakıyor. Sıcak çayı da -henüz fincandan boşalırken buharlaşıp yarısı havaya karışan sıcacık çayı- bardağa boca ediyor. Ben daha yandığımı anlamadan elim, çevik bir hareketle bardağı, avucumu yakmayacak bir pozisyona getiriyor. Bardağı geri uzatıyorum. “Çayınız 1 buçuk lira efenim.” Emrivaki kısmına takılmıyorum. Çay, martı eti üstüne iyi gider diye düşünüyorum. Ama nasıl ya? Öğrenci adamım. 1 buçuk liraya çay mı olurmuş? Çocuk insafa geliyor da 1 liraya indiriyor fiyatı. Cüzdanımı çıkarıyorum. Bozuklukları görünce çocuğun gözler fal taşı… “Şu 25’i de ver. Hadi hadi… Bir de öğrenciyim diyorsun.” Zenginim sanki! 25 kuruşum bana, son anda “Bu da benden olsun.” diyerek uzattığı dördüncü şeker de çocuğa kalıyor. Çocuk uzaklaşırken aklım hala voleybolcularda… Ne güzel kızlardı be!

İptal

Ygs

Doğal yatıştırıcılığına güvenerek ada çayı içmiştim. Saat 2:00. Gözümde tek damla uyku yok. Lanet olsun!

Uzunca bir maratonda koşacağım, önemli bir yarışa katılacağım önümüzdeki gün: YGS. Doktorum. Özel bir hastanede acil serviste çalışıyorum. Henüz küçük bir kızken kestirmiştim bu mesleği gözüme. Çalıştım, başardım, ülkemin belki de en iyi üniversitesinde okudum, uzmanlığımı yurt dışında yaptım, hizmet etmek üzere anayurduma döndüm. Severler sayarlar beni. İşimde iyi... İşimde iyi olduğumu... İşimde... "Efendim anne? Tamam! Kalkıyorum." Oysa ne güzel bir rüyaydı. Aslında birkaç dakika daha kalmak istiyorum yatakta. Kafasını yastığa gömmüş biri için fazladan bir 5 dakika kadar tatlı şey yoktur. Ama seçme şansım da yok. Ekşimiş bir suratla, zar zor çıkarıyorum bedenimi yataktan.

Kahvaltı, sınav salonuna geliş, nefes almak, nefes vermek gibi gereksiz ayrıntıları geçiyorum. Nihayet kendimi başlangıç çizgisinde, sıraya oturmuş, soruları bekler halde buluyorum. Gözetmen kitapçığı bırakıyor önüme. Ağzım yavaşça açılıyor, dilim geriye çekiliyor, yutağım genişliyor, diyaframım alçalıyor ve uzun bir nefes alma sürecine giriyorum. Esniyorum. Nasıl yani? Esniyor muyum? Sabah alarma uyanamamıştım, annem uyandırmıştı beni. Hala uykum mu var? Yoksa heyecanlandığım için mi bu tepki? Önümde kitapçığım, peşimde ilerleyen dakikalar... Neden çözülmeyi bekleyen sorularla ilgilenmek varken yenileriyle bulandırıyorum beynimi? Hazırım sınava. Hazırım! Öyle miyim?

Hemen arkamda periyodik olarak öksüren bir kız var. Vallahi... Her iki öksürük arasına iki cevap sıkıştırıyorum. İlk 200 metre kayıpsız atlatılıyor. Ama sonra öksürüklerin hızına yetişemez oluyorum. Yoruldum sanırım. Garipsemiyorum. Yarışın lideriyim. Hızla çarpan bir yürek ve öksürükler eşliğinde zafere koşuyorum.

Zorlu bir 1200 metre ardından son düzlüğe giriyorum. Son 400 metre... Sosyal bilgiler testi... Arkama bakıyorum. Kimsecikler görünmüyor. Farkı ne kadar açtığımı siz hayal edin artık. Gözlerimi kapatıp, göğsümü kabarta kabarta, tempomu değiştirmeden ilerleyişimi sürdü... Kalemleri bırakalım mı? Sebep? Parkurum nereye kayboldu? Heyecanla koşarken hangi yanlış yollara sapmış, nerelerden geçmiş, nereye gelmişim böyle? Bu hiçlik de ne? Çok karanlık... Çok soğuk... Korkuyorum. Üşüyorum. Eve gitmek istiyorum. Anne... Anneeeee!!!!

Entomofobia

Keçi

Saat 7:50. Dersin başlamasına bir saat on dakika var. Yurdu terk ettiğim sırada zaman daha da daralmış. Ama dönüşü olmayan yola girilmemiş. Hala umut var. Otobüse binecek, Sıhhiye köprüsünde inip başka bir otobüse, 230'a bineceğim. Bu da beni Megali İdea'ma dersime, zamanında ulaştıracak.

İlk 3-4 denememde başarı yok. Kız lisesi önündeki durakta otobüsler, yolcuları yok sayıyor. Kahvaltı yapmamışım, su bile içmemişim. Hırçınlaşıyorum. Bomboş bir 396, gösterip vermemezlik ediyor: Durağa yanaşıyor, kapılarını açmadan uzaklaşıyor, o sıralarda yoğunlaşan trafiğe dalıyor ve nihayet ben de keçilerimi salıveriyorum.

Kaçan keçileri sonraki durağa kadar kovalayıp 396'yı orada kıstırmak amacım. Trafiğin akış hızı moralimi bozmasın diye göz teması kurmuyorum 396'yla. Acı yok! Koşuyorum.

Keçilerimi sonraki durakta, muhtelif yerlerde otlanırlarken buluyorum. Birer ikişer topluyorum. Yavaş yavaş beynime de oksijen gidiyor galiba. Boğazımsa kurumuş. 396 nerede? 396 nerede lan? Neyse... 115'e biniyor Sıhhiye köprüsüne, ikinci çinkoma ulaşıyorum. 230'a da koşuyorum biraz. Buna binemezsem derse yetişmek hayal, şimdi bile bulanıkken her şey. Oturmak mümkün değil. Arkalarda bir yer buluyorum kendime.

Mesajlar gönderiyorum sevgilime. Kız arkadaşım da bana... Arada bir oyun açıyorum, boşlukları değerlendiriyorum.

Ne iğrenç bir sıcak! Milli Kütüphane önünde, yüce bilgilerin depolandığı bu yüce bina önünde, yücelik karşısında dilim tutuluyor, gözlerim kamaşıyor. Anlıyorum ki kamaşmanın sebebi yücelik değil: Beynim sistemlerini birer ikişer uyku moduna alıyormuş meğer. Birkaç dakikayı kayıpsız geçirirsem yedek sistemlerin devreye gireceğine eminim. Olmuyor. Görüş açım sıfıra iniyor. Kendimi derin bir rüyada buluyorum. Sonraki ilk görüntüyse bana uzanmış bir kol. Oturtuyorlar bir yere, ıslak mendil, su... Bayılmışım. Kahvaltısız, susuz depar atmaktan beynim sulanmış. Solumda oturan bir kız, sağımda beni yerden kaldıran genç adam, cebimde gelen mesajla titreşen cep telefonum, aklımda sorular: Keçilerim nerede?

Suskun Geveze

İnsanoğluna Bir Yeriyle Gülen Adam

Makine Kimya Endüstri binası… Ön cephede kocaman, MKE'nin şu kadarıncı yılı kutlu olsun afişi… Bel boyundaki duvarların parmaklıklarında Ankaragücü altyapı reklamları… Ve bel boyunda bir popo, arabaları selamlıyor. Kaskını takmış, mayosunu giymiş, bisikletini almış ve binlerce aracın arasına dalmış adam. Yol ayrımındaki kaldırımın üstünde sağa sola sallanıyor, ısınma hareketleri yapıyor. Komik bir ritüel: Adam eğilmiş, arabalara arkasını dönmüş, kıvırtıyor. 230 Hacettepe-Beytepe otobüsü içindeki herkesin ilgisini cezbetti bu durum. Güldü herkes, dalga geçti. Ama adam, eğlendirenden çok eğlenen değil miydi? Belki her gün spor yapıyordu, bisikleti sürerken zinde kalıyordu, sağlıklıydı, şu iğrenç trafikte hareket kabiliyeti yüksekti, trafik derdi yoktu ve en önemlisi onun için hayatta, 230'da trafiğe sıkıştığı için yolda gözüne çarpan biriyle eğlenmek zorunda kalan gencinkilerden çok daha eğlenceli bir şeyler vardı. Eminim o adam hala bize bi taraflarıyla gülüyordur. Yaşamıyoruz lan, cidden yaşamıyoruz.

Suskun Geveze

Paylaşmaya Değer An

365 gün, 24 saat, 60 dakika, 60 saniye... Bize hayat veren o sperm hücresi, kardeşleriyle girdiği yarıştan galip çıkıp bizi meydana getirmek üzere çalışmaya başladı başlayalı o kadar fazla an var ki hayatlarımızda, basit bir çarpma işlemiyle bulunamayacak çokluktalar artık. Ve o anların her biri, istisnasız her biri, yepyeni deneyimlere gebe... Her nefes alış, her nefes veriş yeni bir zafer... İşte o her zafer içinde paylaşılmaya değer yeni bir ayrıntı aktarmaktır amacım. Umarım amacıma ulaşırım da paylaşılmaya değer olduklarında hemfikir oluruz.