16 Aralık 2012 Pazar

O Nefeste Gizli Her Şey

Uzun zaman olmuştu tiyatroya gelmeyeli. Geçtiğimiz dönem hiç oyun kaçırmazdım, böyle de güzel bir alışkanlığım vardı. Ama bu seneye, Tıp Fakültesi Dönem 2’ye -en azından bu konuda- tutuk başladım biraz. Sebebi tiyatroyu unutmam değil, hayır. Bu dönemin başındaki oyunlar geçen senekilerle aynıydı, sebep bu. Şimdiyse yeni bir oyun var karşımda: O nefeste gizli her şey.

(Filmlerde, dizilerin ilk bölümlerinde bu tarz girişler olur; izleyicilerin kafasında bir fikir oluşturabilmek için karakter kendini tanıtır, hikayesini anlatır. Onlara benzedi girişim.)

Büyükşehir belediyesinin tiyatro binasındayım. Oyunun başlama saatine dakikalar var, oldukça yavaş ilerleyen, geçmek için acele etmeyen dakikalar… Gelen insanlar ya sohbet edecek arkadaşlarıyla, çocuklarıyla, ana babalarıylalar ya da gözlerini çıkışa dikmiş, birini bekliyor oluyorlar. Benimse beklediğim kimsem yok. Yerimde durmuyorum. Salon kapılarının önünde ileri geri, sağa sola yürüyorum. İçimde beni huzursuz eden bir şeyler var. Sanırım oturan insanlar beni izliyorlar. Gözüme çarpan kimse yok ama dolaşıp duruyorum, bunu yapan tek kişiyim, illa ki henüz dikkatimi çekmese de birinin dikkatini çekmişimdir. Huzursuz olacaksam dursam ya! Duramıyorum.

J-32 koltuğunda oturacağımı biliyorum ama birkaç kez cebimden çıkardım bileti, tekrar baktım emin olmak için. Kızgınım gişe memuruna. Daha arkalarda, daha kenarda bir koltuk yoktur herhalde; bileti cehennemin en uzak ucundan vermi… Görevlilerden biri holün ortasına gelip sesleniyor: “Doktor var mı aramızda?” Soruyu birkaç kez tekrarladıktan sonra değiştiriyor: “Seyirciler arasında doktor, hemşire, sağlık personeli veya ilk yardım bilen herhangi biri var mı acaba?” Oyunculardan birinin babası, kuliste kalp krizi geçiriyor.

Bir yanım tıp öğrencisi olduğumu söylüyor. Haklı da… Öteki yanımın yüzüme vurduklarıysa çok acı: Evet, ama bir halt bildiğin yok ilkyardıma dair. Gitmekle gitmemek arasında kalıyorum. Başkalarının da bu ikilemde kalıp kalmadığını bilmiyorum ama gözlemlediğim kadarıyla çağrıya tepki veren kimse yok. “112’yi ararız, ne yapmamız gerektiğini sorar, yaparız. Çok basit!” diyor ilk ses. İkincisi bunu kulisteki herhangi başka birinin de yapabileceğini söylüyor. Cevap vermiyorum; halktan biriyim ben, cahilim, ilk yardım bilgim yok. Hem “nöbet” ya da “bayılma” değil de direk kalp krizi teşhisi koymuşsa birileri, bu konuda bilgileri de vardır.

Nihayet salonların kapıları açılıyor. Salona girmek için acele etmeyeceğim. Zaten en köşedeyim, millet geçerken rahatsız edecek beni, istemediğim kadar popo göreceğim. En son oturayım. Kalabalık, tek tük insanlara evrimleştikten sonra içeri giriyorum, kenardaki yerime oturmaya yelteniyorum ama en köşedeki koltuğun numarasının 2 olduğunu görüyorum. Gişe memuresinin günahını almışım. Çok da tatlı bir genç hanımdı. Seyircilere popomu göstere göstere merkezdeki yerime geçerken oyunculardan biri gecikmenin sebebini açıklıyor, oyuncunun babasının hastaneye kaldırıldığını söylüyor, ondan dualarımızı esirgemememizi istiyor. Esirgemiyoruz. Oyun başlıyor: O nefeste gizli her şey.

Oyun bitiyor. Yirmi kadar oyuncu alkışlar eşliğinde sahneye geliyor, eğiliyor, geri çekiliyor. On beş kişi daha geliyor sonra, eğiliyorlar, geri çekiliyorlar. İki oyuncu daha geliyor. Alkış her oyuncu katmanında bir parça daha yükseliyor, eller daha sert çarpıyor birbirine. İki oyuncu elleriyle sahnenin ortasını işaret ediyor ve başrol geliyor nihayet. Öne çıkacak, eğilerek seyirciyi selamlayacak, sonra geri çekilecek, el sallayacak ve perde kapanacak. Öyle olmuyor.

Elinde, oyunda da kullandığı asası var. Asasını yere vura vura çıkıyor öne, asasından destek alarak geliyor öne. Eğilmiyor, elini kaldırıyor, seyirciyi susturuyor. İçimden bir ses “Tamam, kalp krizi geçiren adam garanti öldü; onu söyleyecek. Ağlar falan da, müthiş bir şov!” diyor. Allah içimdeki o sesin cezasını versin işte. Tam da söylediğim şeyler oluyor. Neler düşündüm ben? Aklımdan ne geçirdim az önce? Başrol, asasını sahneye atıyor. Kanım çekiliyor; kollarım, ayaklarım uyuşuyor.

Tıp fakültesine hayat kurtarmak için geldim ben. Ve ilk kez ölüme, saygıdeğer düşmanıma bu kadar yakındım. Adam kalp krizi geçiriyorsa yardım etmeliyim ona! Ama geç kaldım. Hayır, merhum için yardım çağrıldığında gitmeyişimi kastetmiyorum. Nasıl yardım edeceğimi hala öğrenmemiş olmamı kastediyorum. Ben bir tıp öğrencisiyim ama acil bir durumda ne yapılacağını bilmiyorum. Göz histolojisi, kas fizyolojisi hayat kurtarmıyor! Ancak kalp masajı, suni solunum hayal kırıklığına uğratabilirdi ölümü. Ve ben geç kaldım. Ölüme karşı, saygıdeğer düşmanıma karşı silahlanmalıydım, yapmadım.

O nefeste gizliydi her şey. Adamın o hayat dolu son nefesini tutup, içine geri üfleyebilirdim belki. Kalbini sıkıp, vücuduna pompalatabilirdim yaşam enerjisini. Niye yapamadım? Salonun çoğu boşalmış; oyun biteli dakikalar olmuş, nasıl geçtiğini anlamadığım dakikalar… Yerimden zar zor doğruluyorum. Bacaklarım ilk denememde taşıyamıyor beni, dengemi yitiriyorum, sonra bir yerlerde bulup devam ediyorum yoluma. Salonu terk ediyorum.

Suskun Geveze

13 Aralık 2012 Perşembe

Hitabet

“Geçen yıl…” Mavi amfideyiz, çukur amfilerden biri, güzel, sıcak bir havası var. Havasız bir havası var, sıcaklık da içini dolduranların vücut ısılarının bir sonucu sanırım.

“Geçen yıl…” Bir şeyler söylemeye devam ediyor.

Okulun “Halk sağlığı öğrenci topluluğu” -ki aslında çok saçma başka bir ismi var- Bambi Hastanesi adlı etkinliklerinin tanıtım toplantısını düzenliyor. Sıralara oturanlar birbirlerinin yüzlerini görebiliyorlar. Bu, ders dinlerken sıkıntı yaratabilir ama böyle kalabalık toplantılarda işe yarıyor, güzel oluyor. Topluluğun başkanı çok yakın bir arkadaşım, zeki, yetenekli bir kız ama bir başkası konuşuyor şu anda, bir erkek.

“Biz geçen yıl…” Bir şeyler söylemeye devam ediyor. Önceki sene bu işlerle uğraşan, izin işlerini yapan kızı çağırıyor kürsüye, o da bir şeyler anlatıyor: Geçen yıl nasıl izin aldığını. Sıkılıyorum, sıradan kalkıp kürsünün yakınlarına geliyorum. Benim kafa yapımda birini buluyorum, çene çalmaya başlıyorum. Yalnız da değilim üstelik. Amfideki her yerden uğultular yükseliyor. Öğrenci topluluğu ilgiyi kaybediyor.

“Geçen yıl Hat…” Bir şeyler söylemeye devam ediyor. Bir önceki etkinlikte bir önceki topluluk başkanı cebinden ödemiş malzemelerin parasını, onu anlatıyor. Ne kadar müthiş bir olay! Buraya bir şeyler yapmak için toplanmış onca insan var, yüzü buluyordur sayı amfi hıncahınç dolu. Ama bize bu sene yapılacaklar anlatılmıyor, planlardan söz edilmiyor, önceki sene yüceltiliyor. Manası yok bunun.

Konuşma yapana garezim var, bu yüzden mi önyargılı yaklaşıyorum yoksa? “Zaten geçen yıl…” Hayır, kesinlikle önyargıyla alakası yok. Hatta fazla bile tahammül ettim; bu, geçen yıldan on beşinci kez söz edişi… Belki de yirmi… En azından “yıl” yerine “sene”, “geçen” yerine “önceki” kelimelerini kullansa ya! Yapmıyor, yapamıyor, kafasında belli bir şablon var, tabuları var, yıkamıyor. Şu an konuşma yapmasının tek sebebi ön planda olmak, ilgiyi üzerinde toplamak, bir işe yaramasa da yarıyormuş gibi görünmek; belki öyle görünüyor da ama yaramıyor.

Topluluk başkanının yanına yanaşıyorum, birinin konuyu toparlaması gerektiğini söylüyorum. Eğer istersem benim yapabileceğimi söylüyor.

“Toparlamak gerekirse…” Müthiş bir konuşma yapmıyorum şüphesiz ama ilgiyi üzerime çekip canlı tuttuğum muhakkak… Benden önce konuşan kişi konuşmasını nereye bağlayacaktıysa oraya bağlamak isterdim konuşmamı ama çok gelişigüzeldi konuşması, bilmiyorum ne amaçlandığını. Söyleyecek sözüm kalmıyor, sözlerim havada kalacak… Derken başkan bölüyor konuşmamı. Görev dağılımına geçiyorlar. Ben yerime geçerken biri benden söz ediyor. “Adamda hitap yeteneği var.”

Rahatlıyorum. Yıllardır kendi kendime “iyi konuşan biri” olduğumu söyleyip duruyordum. Yalan söylediğimi düşünmeye başlamıştım. Sallıyorduysam bile tutturmuşum.

Suskun Geveze

9 Ekim 2012 Salı

Kurbağa

Tıp fakültesinde zaman zaman kurbağalı deneyler yapılır. Kas, üreme sistemi, kan dolaşımı, sinir sistemi ve aklıma gelmeyen niceleri incelenir. Bunlar yapılırken kurbağaya acı çektirmemek ya da acısını mümkün olduğunca aza indirmek esastır.

Kaldırıyorum elimi. Birkaç saniye önce asistan “Gönüllü gönüllülük” diye bir şeyden söz etmiş, deneyi yapmaya gönüllü birinin olup olmadığını sormuştu. Eğer birileri elini kaldırıyor olmasaydı “Zorunlu gönüllülük” diye başka bir düzene göre seçilecekti cellat, listeden.

Asistan sağa sola bakarken bir el dokunuyor omzuma “Koçum benim!”, dercesine. Etrafa bakmaya çekiniyorum başka bir gönüllü daha çıkacak diye. Çıkmıyor. Asistan, eğitmenimiz, eliyle beni işaret ediyor.

Prosedür okunuyor, ellerime eldiven giyiyorum. Dün de yine eldiven vardı elimde ve günüm, kadavra mıncıklamakla, kas dokuyu incelemekle geçmişti. Bugünse bilim uğruna bir can almakla görevlendirildim, gönüllü oldum buna. Tıp fakültesi dendiğinde insanı heyecanlandıran teorik dersler değil, pratik uygulamalardır, öyle sanıyordum. Benim dönemimdekileri heyecanlandırmayışı garip, ama ben bayılıyorum böyle şeylere.

Kurbağanın içinde bulunduğu kutunun kapağı açılıyor. Bu kadar büyük mü oluyor kurbağalar? Neyle besliyorlar bunları! Her neyse… Sakinleşmeye çalışıyorum. Kurbağanın üzerine bir bez konuyor. Karanlıkta daha uysal oluyorlarmış, o da sakinleşiyor.

Şapşal’ı -evet, ilk kurbağama oda arkadaşımın adını koyuyorum- asistanın gösterdiği şekilde tutuyorum. Düşündüğümden daha güçlü… Gerçi incecik parmaklarımı, kassız kollarımı düşünürsek her şey düşündüğümden daha güçlü… Elimden kaçırıyorum ilk seferimde. Benim ardımdan eğitmenimiz de elinden kaçırıyor hayvancığı, içten içe seviniyorum, sorun bende değil. Bir fırsat daha istiyorum asistandan. Kurbağayı kutusuna bırakmasını istiyorum, yapıyor; kurbağanın üzerine bezi örtüyorum, kurbağa hareketsiz duruyor; kurbağayı avucuma alıyorum. Bu kez oldu. Bu kez kaçamayacak elimden.

Yapacağım şeyin iğrenç, canice olduğunu düşünmeyin. Evet, iğrenç ve canice ama öyle düşünmeyin. Kurbağanın beyniyle ayak kası arasındaki bağlantıyı kesmemiz gerekiyor.

Asistan makası nasıl tutacağımı gösteriyor. Makas keskin mi diye soracaktım ama ağzımdan “bıçak” diye çıkıyor sözcük. Asistan dalga geçiyor benimle. Arkadaşlarıma dönüyorum. Makas benim elimde, kurbağa benim elimde, güç benim elimde. O pozisyonda özel bir şeyler söylemesem olmaz, söylüyorum.

“Herkes bana baksın! Bir… İki…”

Makası açıyorum, kurbağanın kafasının üzerine getiriyorum. Şimdi kurbağanın üst çenesi makasın iki kolu arasında duruyor, makası kapatıyorum.

Suskun Geveze

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Acil'in Suçu Ne?

Çorum’dayım. Liseden arkadaşlarım orada burada staj yapıyorlar hep. Nesi varmış ya hastanede stajın, merak ettim. Bugün ben de katılıyorum onlara. Ziyaret, staj arası bir etkinlik bu…

Acil servis… Yaşlı bir teyze geliyor. Elinde bastonu, ayaklarında terlikleri, sırtında hafif kamburu… Yaşlandıkça küçülmüş bedenini zor taşıyor. Topallıyor mu sanki? Zor yürüyor. Sağında, solunda, yamacında kimsesi yok; yalnız gelmiş. Tık, tık, tıkk, tıkkk, tıkkk… Yaklaşıyor iyice, yanıma geliyor.

“Acil kim? Acile gideceğim ben. Nerede acil? Gelsin baksın bana.” Hayatımda duyduğum en garip hitap, arayış, beklentilerden biri. İsmini koyamadım ki, çok tuhaftı konuşması. Acil gelip baksınmış ona. Doktorun şimdi gelip bakacağını söylüyorum, oturtmaya çalışıyorum. Ama kadın “Acil kim, nerede?” gibi sorular sormaya devam ediyor. “Şurası teyze…” deyip zar zor oturtuyorum bir sedyeye.

Böyle kalabalık, karışık yerlerde yetkili ya da bizim gibi “yetkili adayı” insanların sakındıkları şeylerin başında samimiyet gelir. Ve kadın o samimiyeti kuruyor benimle. Başlıyor hikâyesini anlatmaya. Güvenlik tanıyormuş kadını, almak istememiş içeri. Teyze bir şekilde girmeyi başarmış ama. Sinirli şu an… Anladığım kadarıyla daha önce de çok kez gelmiş buraya. Doktorlar tanıyor onu. Kaale almıyorlar kadını. “Belki onu görmemiş gibi yaparsak o da bizi görmez.” Ama ben? Ben çoktan gördüm kadını, oturacak yer gösterdim, konuştum kadınla. Görünmez taklidi yapamıyorum. Kadın sürekli bana sesleniyor yakınında ben varım diye. Ayağının acıdığından söz ediyor, ayağına bakmamı istiyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum.

Nihayet uzaklardan bir doktor sesleniyor. Kadına iğne yapıp gönderecekmişiz. Ağrı kesici yapılıyor. Artık gidebileceğini söylüyorum kadına. Ama kadın geldiğinden beri istediği şeyi almakta kararlı… “Acil gelsin, gelmedi. Ayağıma baksın.” İstediği oluyor, acil geliyor, bakmış gibi yapıyor, o da kadına gidebileceğini söylüyor. Faydası yok. Kadın bağırmaya başlıyor, ağlamaklı oluyor, lanet okuyor herkese, kendisini içeri almamıştı ya güvenlik, ondan da söz ediyor. İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Onu içeri almayan güvenlik geliyor ve kendisini dışarı alıyor.

Birkaç dakika geçti. Kadın geri geliyor. Uzaklardan içeriye, hasta odasına bakıyor. İçeri girmek için, acile bir kez daha görünmek için fırsat arıyor sanırım. Onun baktığı yöne bakıyorum, bastonunu görüyorum. Yazık ya… Bastonu kalmış ama anlatamıyor derdini. Öylece bakıyor sadece. Gidip alıyorum bastonu, götürüp kadına uzatıyorum.

Kadın mutlu oluyor. Benim ona yardım ettiğimi söylüyor. Kötüymüş diğerleri. Bir ben iyiymişim.

Dünya

12 Ağustos 2012 Pazar

Inga

Pediatri asistanıyım. Her ay başka bir yerde, bir serviste veya poliklinikteyiz. Hematolojiye de gittim, ağızdan sıvı tedavisi “ishal” merkezine de… Bu aralar çocuk acil polikliniği, “ÇAP”ta görevliyim. Öncü ve arkacı olmak üzere iki doktor var burada. Öncü, gün içinde gelen acil vakalarla ilgilenir. Arkacı ise yatan hastalar ve daha önce acilde muayene olmuş olup kontrole gelen hastalardan sorumludur.

Arkacıyım bu sabah. Önümde milyonlarca, en azından on beş tane, dosya… Üzerimde yataklarda yatan ya da geçen gece muayene olup bugün kontrole çağırılan hastaların sorumluluğu…

İşler kesat… Hani bu şekilde ifade etmem de çok yanlış oldu, biliyorum. Hareket yok yani acil serviste. Yanlış anlaşılmasın, acil servisin en çok bu halini seviyorum. Yatan hastaların durumları istikrarlı… Aynı şekilde acildeki bir öncü için de en güzel renk, hasta çağırma ekranında nadiren ortaya çıkan, hasta yokken gördüğümüz o gri renktir mesela. Her şey yolunda yani…

Her şey yolunda dedim ya -fırsat bu fırsat- sorumluluğunu aldığım hastalardan birinin annesi sesleniyor: Doktor hanım!

Bu gece gelmiş olan, sadece birkaç aylık bir bebek… Morarana kadar nefesini tutuyor ya da belki bir şey nefes almasına mani oluyor, emin değiliz. Yine düşmüş kanındaki oksijen düzeyi. Yine nefes alamıyor. Ona bağlı cihazlar bağırıp duruyor “Sorun var, sorun var, sorun var!” diye. Ben ve öncü ortağım, ikimiz de koşuyoruz bebeğin yanına. Yanımızda stajyerler de var. Nerede kalabalık görseler onlar da çekirge sürüsü gibi toplaşırlar oraya.

Bebeğin gözleri yarı açık, boş bakıyor. “Ampu getirin!”

Bir elimle ampunun ağızlığını tutuyorum, bebeğin küçük ağzına tam uysun da havanın çoğu dışarı kaçmasın diye. Diğer elimle de hava pompalamaya çalışıyorum. Var gücümle sıkıyorum pompayı.

Öncü doktor arkadaşım bebeği mıncıklamaya başlıyor. Kendine gelsin de ağlasın, nefes alsın, yaşasın diye. Bir süre sonra bebenin annesi de katılıyor ona. Havasızlıktan morarmaya başlamış olan bebeğin karnını, kollarını, bacaklarını sıkıp belki de daha fazla morluk oluşturuyorlar. Canı acıyacak belki, evet ama yeter ki ağlasın, bunu istiyoruz. Hava pompalamaya devam ediyorum.

Kronometre tutuyor değilim ama epey bir süre geçiyor. Annesi bırakıyor bebeği mıncıklamayı. Sol eliyle sağ dirseğini tutarken sağ elini ağzına götürüyor. Sanki birazdan söyleyeceği söz ayıpmış, günahmış da sözcükleri havada yakalamak istiyormuş, fazla uzaklaşmasını istemiyormuş gibi. “Ölecek, değil mi?” Öncü arkadaşım kızıyor anneye, ellerinde bebeğin eti var, sıkıyor var gücüyle, sonra bırakıp başka bir yeri sıkıyor, sonra başka bir yeri.

“Iha… Iha… Inga!”

Ampuyu çekiyorum bebeğin ağzından. Arkadaşım bırakıyor bebeği mıncıklamayı. Üzerine eğilip birkaç saniye bakıyor, bakışlarının anlamlılığından, kendine geldiğinden emin oluyoruz. Derin bir nefes alıyoruz, masalarımıza dönüyoruz.

Doktor

8 Temmuz 2012 Pazar

Sen Bayılırsan Herkes Ölür!

Acil servis epey kalabalık bugün… Çokça hasta geldiği de yok hani. Servisin ön kısmında çoğunluğu doktor ve doktor adayları oluşturuyor. Bunlardan biri benim. Farklı bir vaka görürüm, farklı bir olay yaşarım diye ilk haftaki “sabahtan akşamüstüne” rutinimi bozdum; “öğleden akşama” burada olacağım bugün. Ama tam dediğim gibi: Hastadan çok doktor var burada. Gelen hastaların hikâyeleri de “kustu, dışkısı çok cıvıktı, ateşi var”dan ibaret. Benim yapacağım bir şey olmaması bir yana, kendime katacağım bir şey de yok.

Şu küçük boyuttaki benzinli arabalar var ya. Onlarla hız yaparken kaza yapıp bacağını kesen bir çocuk geliyor. Bir yandan hasta öyküsü alınırken bir yandan da asistan sargıyı açıyor, yarayı inceliyor. Muazzam bir şey… Sadece bir yara, derince bir kesi… Ama nihayetinde bir uygulama daha, bacağa dikiş atılışını, göreceğimi biliyorum, o yüzden muazzam.

Çocuğu özel bir odaya alıyorlar. Ben de yürüyorum o odaya. Hastayla ilgilenen asistanı bir diğeri durduruyor, dikişi kimin atacağını soruyor. Yolda iki el yakalıyor beni: “Bu arkadaş atacak, stajyermiş, madem gelmiş, boş durmasın.” Tabi ki bir şaka bu… Gün boyunca “Daha birinci sınıftan buralara gelmişsin, soru sorduğumda cevap veremiyorsun.” diyerek takılmıştı bana, yine takılıyor. Kendisi atacak dikişi. Oysa aslında üç kişinin -biri intern, biri asistan, öteki cerrahi uzmanı üç kişinin- dikiş atışına tanıklık etmiştim. Özünde hepsi birbirinin aynısı ve tekrar tekrar izlemek kolayca kavramamı sağlar. Bence sağladı da. Eğer elime verseydi alet edevat, atardım dikişi, itiraz etmezdim. Her neyse işte… Odaya giriyoruz.

Baba dışarı çıkarılıyor; intern ablam, ben, asistan abi ve çocuk kalıyoruz odada. Biraz daha sıcak burası… Odanın kapısına “Yanık acil” yazısı asılırken içeriye giren sağlamların da sıcaktan yanması, en azından haşlanması amaçlanmış sanki. Bunaltıcı bir hava ve havanın içinde değişik bir koku var. Çocuk iğneler yapılırken fazlaca inlemişti, uyuşturucu etki sayesinde inlemeleri azalıyor. İyi ya da kötü iki dikiş atılıyor. “Bu gördüğün subkutan yağ…” Asistanın oynadığı yaraya yaklaşıyorum, beyaz-şeffaf oluşumları inceliyorum. Üçüncü bir dikiş atılıyor. Çocuğun uyuşması geçmiş olacak, inlemelere başlıyor yine.

Benim içimde de inleyen bir şeyler peyda oluyor. Bunalmaya başlıyorum. Sakın ha kan tutmuş olmasın beni? Yok, öyle olamaz. Yaranın ötekilerden bir farkı yok, görüntüden iğrenmedim, niye koyuveriyorum kendimi? Muhtemelen atılan dikişin kalitesizliği rahatsız ediyor beni. Ben bayılırım kana, yaraya, vakaya, beni etkilememesi gerekir; şimdiyse gerçekten kana bayılıyorum galiba. Son bir dikiş daha atılacak ve evine gönderilecek çocuk. Zorluyorum kendimi. İçimde bir hareketlenme var biliyorum. Kanım çekiliyor, rengimi kaybediyorum ama enerjimi asla. Son dikiş atılana kadar terk etmek istemiyorum odayı. Terk etmiyorum da… Son dikiş atılıyor. Odadan çıkıyorum.

Biraz su içsem kendime gelirim sanki. Ama suyumu alacağım dolabın önünde sarışın asistan duruyor. O da gün boyu “Niye geliyorsun ki, bırak gelme, daha çok erken.” diyip durmuştu. Bir de “Ya çocuğun karnına bastırıyorum, çocuk ağlıyor, ben tutamıyorum kendimi, gülüyorum. Sevmiyorum pediatriyi, erişkin hastanesi iyi. Bak çocuk bağıra bağıra ağlıyor, ben hala gülüyorum.” da demişti ama onun konuyla alakası yok.

Gözlerimde sağdan soldan flaşlar patlarken kendimi onun önündeki sandalyeye bırakıyorum. Abla rengimin attığını söylüyor. Olabilir diyorum. Anemim vardı küçükken, ondandır. Ondan olamazmış. Erkek adamın demir anemisi mi olurmuş?! İtiraz ediyorum, niye olmasın. Sonra egomun yerini mantığım alıyor. “Abla ben iyi değilim galiba.” diyorum. Gülümseyerek “Olabilir. Sedyelerden birine yatabilirsin.” diyor. Ayağa kalkıyorum.

Bayılmadan önce, yere yığılmadan önce, o sedyeye ulaşıp yatmalıyım. Herkes bayılabilir. Bacağına dikiş atılan çocuk, şu an hasta öyküsü alınan kızın annesi, dışarıda bekleyen baba… Ama ben doktor olacağım. Ben bayılamam. Onlar bayılırlarsa ayılırlar, ben bayılırsam biri ölür. Ne güzel de gaz veriyorum kendime!

Biraz yürüyorum, ilk sedyeye ulaşana kadar görüş açım tamamen kapanıyor. Garip geliyor. Gözlerim açık ama bir şey görmüyorum. Sağ elimi gözlerimin olduğunu sandığım yere götürürken sol elimle sedyeye tutunuyorum. Ablanın “Posta arkadaşlar, stajyeri sedyeye taşıyalım.” dediğini duyuyorum. İki kolun beni yakaladığını hissediyorum. Yumuşak bir zemine bırakıldığımı da…

Gözlerimi açtığımda karşımda güneşi görüyorum: Sarışın asistanı… Bir yandan da intern tansiyonumu ölçmeye çalışıyor. Soğuk soğuk terler ıslatmış saçlarımı. Herkes bana bakıyor, hep bir ağızdan “Evine git Yankee! Daha çok gençsin, heba etme kendini buralarda.” diyorlar sanki. Haklılar belki. Ben yine de aynı Suskun Geveze’yim, bir şeyi isteyince yapan. Acilde kalmak istiyorum. “Bayıldığıma göre eve gitmek yerine acilde gözetim altında olmam daha iyi olmaz mı?” diye soruyorum, olumlu cevap alıyorum. Umarım ciddi bir şeydir, ölüyorumdur mesela, çünkü bayılmamın zamanı çok manidar, öleyim de 'kana dayanamadı' demesinler. Ya da kolayca tedavi edilebilecek, ömür boyu bağışıklık kazanabileceğim bir iltihap mesela… Tansiyonum düşük çıkıyor.

Ben bayılırsam hayalim ölür. Ben bayılırsam herkes ölür.

Günün ilerleyen saatlerinde bayılmama rağmen neşemi yitirmediğim için asistanlardan biri sosyal medyada arkadaşım olmak isteyecek, üzerimde iki farklı EKG cihazı denenecek, kolları parçalanmış bir hastanın muayenesini sırf “Ya bunda da bayılırsam, bu kez kesin atarlar beni servisten.” düşüncesiyle yakından takip edemeyeceğim, dün tanıştığım Koreli kızlarla otobüste karşılaşacağım. Ama aklımda tek düşünce olacak: Kan tutması değildir ya, olamaz, doktor olacak adama yakışmaz.





Tamam, tek değil. Saliha Abla “Facebook’ta arkadaş olarak ekleyeceğim seni.” demişti. Aklımda o var bir de.

Suskun Geveze

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Gamsız

Normalde her sınava yarım saat erken giden biri olmama rağmen benimle birlikte sınava girecek oda arkadaşımın ısrarı üzerine bu kez, bu dönemin ilk fizik sınavına biraz daha geç gitmeye karar veriyorum.

Sınav saat 10:30’da… Eminim, çünkü bir önceki gece 3. sınıf olan diğer oda arkadaşım "Yarın sınavınız kaçta?" diye sorduğunda kafamda hemen 10 ve 30 sayıları beliriyor. Fizik dersi koordinatörü, her sınav öncesi en az 5 kere sınav yeri ve zamanını mail attığı için unutmak ne mümkün? Ben daha soruya sesli bir cevap veremeden benimle yarın sınava girecek olan oda arkadaşım "10:30" deyiveriyor. Ben de "artık bu konuşmada bana ihtiyaç kalmadı." diyerek işime dönüyorum.

Oda arkadaşım her sınava ya tam zamanında ya da en az 10-15 dk geç giden biri. İlk dönem alınan en önemli ders olan Calculus finali için ben, yarım saat erkenden yerimde, hazır ve nazır oturup, milleti izleyerek Kinder Surprise yememin ardından sınava başlamışken o, sınav başlamadan yaklaşık 5 saniye önce amfinin kapısından içeri dalıyor, gördüğü ilk sıraya oturuyor ve önüne konulan kağıda yazmaya başlıyor. Zaten diğer Calculus sınavlarına da "Ya, zaten geç gitsem de zamanım yetiyor." diyerek 15 dakika geç gitmişti bu arkadaş. Yani zaman konusunda bende asla olmayan bir rahatlık, bir gamsızlık tavrı var onda. (Ayrıca "Eğer bilgisayar sisteminde bir hata olur da sınav yerinizi göremezseniz sınava M13’te girin." uyarısını dikkate alarak sınav yerine hiç bakmayıp direkt M13’e gidiyor. Daha sonra merak edip de baktığımızda orijinal sınav yerinin zaten M13 olduğunu görüyoruz. Şaşıyorum. Neyse olay bu değil.)

Sınavda yük, elektrik alan, manyetizma tarzı konular çıkacak. Çevremde, okuldaki not sisteminden dolayı "eğrici" olarak tanınan biri olarak lakabımın hakkını vermek, iyi bir akademik başarı sağlayabilmek, fiziği en iyi şekilde öğrendiğimi gösterebilmek, ve en önemlisi, üstten aldığım derse rağmen bölümdeki arkadaşlarımla ortak olarak aldığım derslerden bile şov yapıp, "Ahaha sizi böcekler, sizler anlamsız birer hiçsiniz." diyerek namımı yürütebilmek için sınavdan iyi bir not almalıyım.

Saate bakıyorum: 9:50. Normalde bu saatte yolda olurdum. Dediğim gibi bugün oda arkadaşımın ısrarları nedeniyle biraz geç gideceğim. Fakat yine de de içim içime sığmıyor, o ise çok rahat. Kantine gidiyoruz. Soğuk çay ve Lila Pause alıyorum. Glikoz denildi mi akan sular durur benim için. 5 dakika sonra artık dayanamıyor ve "Abi, hiç kusura bakma, ben artık kaçıyorum. Yeterince geç oldu, sen ne zaman gidersen git ama ben sınava koşuyorum." diyorum. O ise umursamaz bir tavırla "Peki." diyor. Koşuyorum.

Sınav yerim kampüsün öbür ucunda. Yürüyerek 20 dakikada ulaşıyorum hedefime. Sınava gireceğim amfiyi arıyorum. Eeeeeh bu işletme binasından da her yer birbirine benziyor. Şöyle acayip bir mimarisi olsa da aradığımız yeri daha rahat bulsak. Bunları düşünürken etrafta bir gariplik seziyorum. Normalde bu saatlerde buralarda milletin koşuşturuyor, arkadaşlarıyla "Abi sınavda ne çıkacak, hele bir anlat bana." muhabbeti yapıyor olması lazım ama çevremde kimse yok. Adeta çıt çıkmıyor. Neden bilmiyorum, koridorun ortasında eğilip ayakkabı bağcığımı çözüyor, tekrar bağlıyorum.

Bir tanesi dışında bütün sınıfların kapısı kapalı… İçeri bakıyor ve bir kâğıda bir şeyler yazan birini görüyorum. "Oha bu saatte de ders mi çalışılır sınav önc…" Cümlemi bitiremeden neler döndüğünü anlıyorum.

Belki de olayı önceden fark edip, panik yaratmamak, büyük bir sorun çıkmasını engellemek için "işler ters gidiyorsa bari benim kontrolüm dahilinde de ters gitsin, bileyim" diyerek durup dururken bağcık bağlamam gerektiğini bana hissettiren, böylece mantıkta çığır açan bilinçaltıma, beynime küfrediyorum.

Sınav olmam gereken sınıfın kapısını açıyorum.

"Hass..."

Evet, önlerinde sınav kağıdı, harıl harıl bir şeyler yazmakta olan bütün sınıf bana bakıyor. Sınav 10:30 da değil, 10:00 da başlıyormuş, anlıyorum.

"Sakin ol, sakin ol. Sadece, panik yapma." Saate bakıyorum: 10:15.

İçimi bir huzur dalgası kaplıyor. Sanki sınava bilerek geç gelen, "Ben bunları 15 dakika geç gelerek bile yaparım heheyt" diyen biri edasıyla alıyorum kâğıdı asistanın elinden ve oturup yazmaya başlıyorum derin bir nefes aldıktan sonra.

Sınav bitiyor. Çok sinirliyim. "Ulan ben kendi aklıma uyup her zaman gittiğim gibi gitsem yetişecektim sınava, ne diye geç göndermek için uğraştırdın beni!" diye bağırmak istiyorum odamdaki danaya. Sonra, onun sınava muhtemelen daha da geç kalmış olduğunu fark ediyorum ama sinirim yine de geçmiyor. Binadan dışarı çıkıyorum. Telefonum çalıyor, arayan o. Sinirli bir şekilde açıyorum telefonu. Onun o gamsız sesini duyuyorum: "Kanka, niye öyle oldu yeaaa?"

3 saniye süren bir sessizlik oluyor. Ardından ikimiz de deli gibi gülmeye başlıyoruz. Öyle ki etrafımdaki insanlar dönüp rahatsız olduklarını ifade eder biçimde kaşlarını çatarak bana bakıyorlar ama ben duramıyorum. Yaklaşık 5 dakika karşılıklı gülüyoruz. Neye güldüğümü bilmiyorum. Sadece her şey o kadar salak geliyor ki o an. Ben, o, içinde bulunduğumuz durum...

(Not: Bir hafta sonra sınav sonuçları açıklanacak ve ben 98 almış olacağım.)

Meteor

* Bu yazıda yayınlayanın emeği yok, sadece birkaç yeri kırptım. Yazı bizzat Meteor tarafından yazıldı.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir Yabancıya Günaydın Diyebilmek

Uyandım. Saat kaç acaba? Lisedeki Bursalı ile yollarımız ayrıldığından beri kol saati takmıyorum. Telefonumun nerede olduğundan da emin değilim. Arkamdaki yatağın dolu olup olmadığına bakıyorum: Boş. Saat 7’yi geçmiş olmalı. Gün çoktan aymış. Ama ben henüz yeterince ayılamadım. Kafamı yeniden yastığa koyuyorum. Öküz gibi uyumaya devam ediyorum.

İnsan sosyal bir varlık… Öyle olduğumuzu söylüyorlar, milleti haksız çıkarmak için uğraşmanın manası yok. Sosyalleşelim. Çevremizle iyi geçinelim, sevelim çevremizi. Sadece gülle, papatyayla değil böceklerle de sevişebilelim mesela. Gülümseyelim ama sadece mutlu olunca değil. Hani ne mutlu ne mutsuz olduğumuz o tarafsız anlar var ya, o zaman da gülümseyebilmeliyiz. Ve selam vermek… Yabancı olduğu birine de “Günaydın” diyebilmeli insan. Bir başkası için de iyi dilekler dileyebilmek lazım. İkinci uyanışım ardından işte bunları düşünüyorum yatakta. Bir karar alıyorum: Bugün yabancılara da “Günaydın” dileklerimi sunacağım.

Doğruluyorum, ayaklarımı yatağın yanından aşağı bırakıyorum. Gözlüğümün bulunduğunu sandığım yere, kırmızı renkli “Çocuk Endokrinolojisi” kitabına uzatıyorum elimi, boşluğu avuçluyorum, geri çekiyorum. Yatağın başlığına asmışım gözlüğümü, alıyorum. Telefonum hala ortalarda görünmüyor. Yatağın altına bakıyorum, sonra nevresimin çok kırıştığı bir yerde buluyorum.

Koğuş sistemi gibi bir şey var yatakhanede. 8 kişilik odalar… Duşlar, tuvaletler koridorun sonunda. Kalkıp lavaboya gidiyorum. Tuvaletten çıkan genç takılıyor gözüme, “Günaydın” diyorum coşkuyla, yüksek sesle. Sanki bağırmasam beni duymayacakmış, anlamayacakmış gibi… Tuvaletten çıkan çocuk şaşırıyor, bir gülümseme beliriyor yüzünde “Günaydın Suskun Geveze” diye cevaplıyor beni. Yüzümü yıkayıp çıkıyorum.

Koridora henüz şimdi çıkan muhtemelen benim gibi lavabolara gitmekte olan birine sesleniyorum: Günaydın. Aynı karşılığı alıyorum. Onun çıktığı odaya, odasına girmekte olan başka bir çocuk görüyorum. Ona da aydınlık bir gün diliyorum. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra o da “Günaydın” diyor ve odasına giriyor. Kapıyı kapatmasına fırsat vermeden ben de dalıyorum içeri, içeridekilere bakıyorum ve onlara da günaydınlar diliyorum. Benzer karşılık alıyorum. Yatağıma atıyorum kendimi.

E, Suskun Geveze, senin odanmış zaten. İlk selam verdiğin de adını biliyordu, tanışıyormuşsunuz, nesi yabancı onların? Şusu yabancı: İkisi Kore asıllı Amerikalı, ikisi Fars, biri Suriyeli… Hiç tanımadığım birinin odasına, sırf içeridekilere “Günaydın” demek için dalacak kadar sıcakkanlı değilim henüz.

Suskun Geveze

30 Haziran 2012 Cumartesi

Sanal Dünyaya Dokunmak

Bir katliam yerindeyiz, suç mahallindeyiz. Kendi ağzıyla söylüyor: “Sizi cehenneme ben götüreceğim.”, “Acı çekerek öbür tarafa geçmek yerine gülmekten ölün.” ya da bunlara benzer bir şeylerdi. İşin özü şu ki etraftaki onlarca kişi gibi biz de buraya gülmekten ölmeye geldik.

Arkadaşlarım var yanımda. Kafa yapısı bana epey uyuşan arkadaşlar ki bu devirde böyle bir şey bulmak zor. Salondaki yerlerimizi bulmamız kolay oluyor. İkimiz de belli düzeyde insanlarız sonuçta. Heyecanlıyız. Oysa buraya kızlarla buluşmaya gelmedik; tek kişilik gösteriyi izleyip, dinleyip, sonra gideceğiz. Net… Sahneye beklediğimden biraz daha toplu -yok yok, bildiğin göbekli bu adam- biri çıkıyor. Alkış, kıyamet derken anlıyorum: Ölüme koşan pervaneler gibiyiz. Adam haklı bizi cehenneme götüreceğini söylemekte… Tarikat mı olduk lan şimdi? Neyse…

Gülüyoruz, eğleniyoruz, iyi güzel. Bir şey oluyor. Sahne kararıyor. Spot ışıklarıydı sönenler, sadece arkadaki loş kırmızı ışıklar yanıyor. Ve şimdi bambaşka bir şey daha oluyor. Beni kontrol eden düşünsel sistemlerim içindeki mantık bir anda sönüveriyor, sadece arkada, daha gerilerde içgüdülerim kalıyor. Şu cümlenin özeti şu: Aklıma yarı çılgınca bir fikir geliyor.

İkna etmeye çalışıyorum yanımdaki arkadaşımı. Zaten ışıklar sönük, yapalım şu işi! Üçe kadar sayacağız ve o anda bağıracağız. Olur mu? Olur tabi ki. Bir… Acaba rezil olur muyuz? İki… Ya o bağırmaz da ben tek başıma böğürürsem? Üç… Yapma bunu Meteor, yapma.

“Baba büyüksüeüeeenn!”

Ben böğürmüyorum. Bir kişinin Cem Yılmaz’ın gösterisinde var gücüyle “Baba büyüksün!” dediği duyuluyor. Kıkır kıkır gülüyorum. Ya, cidden onu tek başına bağırttığım için değil, gerçekten komik geldi bana bu olay. Bizden bağımsız biri yapmış olsaydı bunu, yine gülerdim böyle.

Şovmen sahnede sağına soluna bakınıyor, ışıkları bekliyorken sesin gelmesiyle yüzünü seyirciye çeviriyor. Hani elini göğsüne koyup “Eyvallah” babında, kafayla hafif bir eğilme hareketi var ya, onu yapıyor.

Sanal dünyaya dokunmuşum gibi bir his bu. Ben bir domino taşı düşürüyorum ve başka taşlar da düşe düşe, ki sanırım en önemli taş yanımdakinin bağırmasıydı, sahnedeki şovmenin boynuna ulaşıyor ve onu öne eğiyor, bize selam verdirtiyor. Evet, evet, sanal dünyaya dokundum az önce.

Meteor

28 Haziran 2012 Perşembe

Halkın Bankası

Param yok. Hani “Cebimde az bir şey kaldı.” anlamına gelmesin bu, hiç yerli para yok cepte: Sıfır. Cüzdanımda maddi değeri olan iki kâğıt parçası var. Biri annemin birkaç yıl önce “Çok zorda kalırsan bozdurup harcarsın.” diyerek verdiği 5 dolar. Ötekiyse EGO kartı: Ankara’nın akbili, akıllı biletten daha dandik, karton bir versiyonu. Banka kartımda da az biraz para ama onu kullanmak için bir bankamatiğe ihtiyaç var.

Yurttayım. Şehirlerarası yolun kenarına inşa edilmiş devlet yurdunda… Buralarda bir bankamatik bulma ihtimalim döviz bürosu bulma ihtimalimden çok daha yüksek, öyle sanıyorum. Dolayısıyla doları okutma niyetinde değilim. Üstümü değiştiriyorum, Ankara sıcağında dışarı atıyorum kendimi.

Halkbank… Param onların elinde, dolayısıyla bir Bank 24 bulmak mecburiyetindeyim. Kendi kendime düşünürken bile böyle sofistike, “mecburiyetindeyim” gibi bilmiş cümleler kuruyorum. Çok entel olsam gerek. Yurdun kapısından çıkıyorum ve hemen solumda bir Ziraat Bank bankamatiği buluyorum. Paramı diğer kartta, Ziraat’ınkinde saklamadığım için küfrediyorum kendime, entelliğimi yitiriyorum.

Tüm Halkbankların merkezi, Halkbank genel merkezi kapı komşumuz… Tüm bir merkezin çevresinde para çekebileceğim yerin olmayışı onların ayıbı, buna emin olmak için binanın çevresinde iki kez dönmüş olmaksa benim. Kızgın güneş aptallığım yüzünden daha da kızmış olacak, gözlerimin canına okuyor, onları açık tutmakta güçlük çekiyorum.

Ana yola çıkıyorum: Eskişehir yoluna. Yolun bulunduğum tarafında beş benzinci var. Karşıdaysa çorak topraklar, devlet malı arsalar… Hani benzincilere insanlar uğrar ya, belki o insanların yararlanabileceği bir bankamatik de konmuştur umuduyla gezinmeye başlıyorum. Bir tane buluyorum da: İş Bankası.

Makûs talihime boyun eğmek zorundayım. EGO kartımı çıkarıp otobüse biniyor, büyükçe bir alışveriş merkezinin önünde iniyorum. Bir tarafta yapıyı büyütmek için devam eden çıplak inşaat, diğer tarafta “Ankara Alışveriş Festivali*” kapsamında süslenip bolca takı takmış, bolca makyaj yapmış bir bina. İçeri giriyorum, elektronik haritaya göz atıyorum, en alt kata iniyorum, bankamatikleri buluyorum ve nihayet… Yok. Bir sürü bankamatik var. Halkbank yok. Otobüs parasına ek olarak 2 liramı da Akbank’a bırakıyorum, Halkbank kartımla biraz para çekip çıkışa ilerliyorum.

Gelirken fark etmemiştim. Kart satışı yapılıyormuş. İki güzel kadın masaya oturmuş avlayacak kurban bekliyorlar. Arkalarında “Festival tadında bahar şenliği”, “Halkın bankası Halkbank” yazıları… Halkın bankasıymış, hadi lan oradan. O iki kadın satış yapmaya çalıştıkları alışveriş merkezinde satışını yaptıkları kartın kullanılabileceği bankamatiğin olmadığından haberdar mı acaba? Zannetmiyorum. Çıkıyorum.

Yurda dönüyorum. Kapıdan girecekken hemen solumda bir Halkbank bankamatiği buluyorum. Yine küfrediyorum kendime.

Suskun Geveze




*: Orijinali yazdığım gibi “Ankara Alışveriş Festivali” olmalıydı ama sağda solda “Shopping Fest” diye tanıtıyorlar etkinliği.