18 Ağustos 2012 Cumartesi

Acil'in Suçu Ne?

Çorum’dayım. Liseden arkadaşlarım orada burada staj yapıyorlar hep. Nesi varmış ya hastanede stajın, merak ettim. Bugün ben de katılıyorum onlara. Ziyaret, staj arası bir etkinlik bu…

Acil servis… Yaşlı bir teyze geliyor. Elinde bastonu, ayaklarında terlikleri, sırtında hafif kamburu… Yaşlandıkça küçülmüş bedenini zor taşıyor. Topallıyor mu sanki? Zor yürüyor. Sağında, solunda, yamacında kimsesi yok; yalnız gelmiş. Tık, tık, tıkk, tıkkk, tıkkk… Yaklaşıyor iyice, yanıma geliyor.

“Acil kim? Acile gideceğim ben. Nerede acil? Gelsin baksın bana.” Hayatımda duyduğum en garip hitap, arayış, beklentilerden biri. İsmini koyamadım ki, çok tuhaftı konuşması. Acil gelip baksınmış ona. Doktorun şimdi gelip bakacağını söylüyorum, oturtmaya çalışıyorum. Ama kadın “Acil kim, nerede?” gibi sorular sormaya devam ediyor. “Şurası teyze…” deyip zar zor oturtuyorum bir sedyeye.

Böyle kalabalık, karışık yerlerde yetkili ya da bizim gibi “yetkili adayı” insanların sakındıkları şeylerin başında samimiyet gelir. Ve kadın o samimiyeti kuruyor benimle. Başlıyor hikâyesini anlatmaya. Güvenlik tanıyormuş kadını, almak istememiş içeri. Teyze bir şekilde girmeyi başarmış ama. Sinirli şu an… Anladığım kadarıyla daha önce de çok kez gelmiş buraya. Doktorlar tanıyor onu. Kaale almıyorlar kadını. “Belki onu görmemiş gibi yaparsak o da bizi görmez.” Ama ben? Ben çoktan gördüm kadını, oturacak yer gösterdim, konuştum kadınla. Görünmez taklidi yapamıyorum. Kadın sürekli bana sesleniyor yakınında ben varım diye. Ayağının acıdığından söz ediyor, ayağına bakmamı istiyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum.

Nihayet uzaklardan bir doktor sesleniyor. Kadına iğne yapıp gönderecekmişiz. Ağrı kesici yapılıyor. Artık gidebileceğini söylüyorum kadına. Ama kadın geldiğinden beri istediği şeyi almakta kararlı… “Acil gelsin, gelmedi. Ayağıma baksın.” İstediği oluyor, acil geliyor, bakmış gibi yapıyor, o da kadına gidebileceğini söylüyor. Faydası yok. Kadın bağırmaya başlıyor, ağlamaklı oluyor, lanet okuyor herkese, kendisini içeri almamıştı ya güvenlik, ondan da söz ediyor. İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Onu içeri almayan güvenlik geliyor ve kendisini dışarı alıyor.

Birkaç dakika geçti. Kadın geri geliyor. Uzaklardan içeriye, hasta odasına bakıyor. İçeri girmek için, acile bir kez daha görünmek için fırsat arıyor sanırım. Onun baktığı yöne bakıyorum, bastonunu görüyorum. Yazık ya… Bastonu kalmış ama anlatamıyor derdini. Öylece bakıyor sadece. Gidip alıyorum bastonu, götürüp kadına uzatıyorum.

Kadın mutlu oluyor. Benim ona yardım ettiğimi söylüyor. Kötüymüş diğerleri. Bir ben iyiymişim.

Dünya

12 Ağustos 2012 Pazar

Inga

Pediatri asistanıyım. Her ay başka bir yerde, bir serviste veya poliklinikteyiz. Hematolojiye de gittim, ağızdan sıvı tedavisi “ishal” merkezine de… Bu aralar çocuk acil polikliniği, “ÇAP”ta görevliyim. Öncü ve arkacı olmak üzere iki doktor var burada. Öncü, gün içinde gelen acil vakalarla ilgilenir. Arkacı ise yatan hastalar ve daha önce acilde muayene olmuş olup kontrole gelen hastalardan sorumludur.

Arkacıyım bu sabah. Önümde milyonlarca, en azından on beş tane, dosya… Üzerimde yataklarda yatan ya da geçen gece muayene olup bugün kontrole çağırılan hastaların sorumluluğu…

İşler kesat… Hani bu şekilde ifade etmem de çok yanlış oldu, biliyorum. Hareket yok yani acil serviste. Yanlış anlaşılmasın, acil servisin en çok bu halini seviyorum. Yatan hastaların durumları istikrarlı… Aynı şekilde acildeki bir öncü için de en güzel renk, hasta çağırma ekranında nadiren ortaya çıkan, hasta yokken gördüğümüz o gri renktir mesela. Her şey yolunda yani…

Her şey yolunda dedim ya -fırsat bu fırsat- sorumluluğunu aldığım hastalardan birinin annesi sesleniyor: Doktor hanım!

Bu gece gelmiş olan, sadece birkaç aylık bir bebek… Morarana kadar nefesini tutuyor ya da belki bir şey nefes almasına mani oluyor, emin değiliz. Yine düşmüş kanındaki oksijen düzeyi. Yine nefes alamıyor. Ona bağlı cihazlar bağırıp duruyor “Sorun var, sorun var, sorun var!” diye. Ben ve öncü ortağım, ikimiz de koşuyoruz bebeğin yanına. Yanımızda stajyerler de var. Nerede kalabalık görseler onlar da çekirge sürüsü gibi toplaşırlar oraya.

Bebeğin gözleri yarı açık, boş bakıyor. “Ampu getirin!”

Bir elimle ampunun ağızlığını tutuyorum, bebeğin küçük ağzına tam uysun da havanın çoğu dışarı kaçmasın diye. Diğer elimle de hava pompalamaya çalışıyorum. Var gücümle sıkıyorum pompayı.

Öncü doktor arkadaşım bebeği mıncıklamaya başlıyor. Kendine gelsin de ağlasın, nefes alsın, yaşasın diye. Bir süre sonra bebenin annesi de katılıyor ona. Havasızlıktan morarmaya başlamış olan bebeğin karnını, kollarını, bacaklarını sıkıp belki de daha fazla morluk oluşturuyorlar. Canı acıyacak belki, evet ama yeter ki ağlasın, bunu istiyoruz. Hava pompalamaya devam ediyorum.

Kronometre tutuyor değilim ama epey bir süre geçiyor. Annesi bırakıyor bebeği mıncıklamayı. Sol eliyle sağ dirseğini tutarken sağ elini ağzına götürüyor. Sanki birazdan söyleyeceği söz ayıpmış, günahmış da sözcükleri havada yakalamak istiyormuş, fazla uzaklaşmasını istemiyormuş gibi. “Ölecek, değil mi?” Öncü arkadaşım kızıyor anneye, ellerinde bebeğin eti var, sıkıyor var gücüyle, sonra bırakıp başka bir yeri sıkıyor, sonra başka bir yeri.

“Iha… Iha… Inga!”

Ampuyu çekiyorum bebeğin ağzından. Arkadaşım bırakıyor bebeği mıncıklamayı. Üzerine eğilip birkaç saniye bakıyor, bakışlarının anlamlılığından, kendine geldiğinden emin oluyoruz. Derin bir nefes alıyoruz, masalarımıza dönüyoruz.

Doktor