8 Temmuz 2012 Pazar

Sen Bayılırsan Herkes Ölür!

Acil servis epey kalabalık bugün… Çokça hasta geldiği de yok hani. Servisin ön kısmında çoğunluğu doktor ve doktor adayları oluşturuyor. Bunlardan biri benim. Farklı bir vaka görürüm, farklı bir olay yaşarım diye ilk haftaki “sabahtan akşamüstüne” rutinimi bozdum; “öğleden akşama” burada olacağım bugün. Ama tam dediğim gibi: Hastadan çok doktor var burada. Gelen hastaların hikâyeleri de “kustu, dışkısı çok cıvıktı, ateşi var”dan ibaret. Benim yapacağım bir şey olmaması bir yana, kendime katacağım bir şey de yok.

Şu küçük boyuttaki benzinli arabalar var ya. Onlarla hız yaparken kaza yapıp bacağını kesen bir çocuk geliyor. Bir yandan hasta öyküsü alınırken bir yandan da asistan sargıyı açıyor, yarayı inceliyor. Muazzam bir şey… Sadece bir yara, derince bir kesi… Ama nihayetinde bir uygulama daha, bacağa dikiş atılışını, göreceğimi biliyorum, o yüzden muazzam.

Çocuğu özel bir odaya alıyorlar. Ben de yürüyorum o odaya. Hastayla ilgilenen asistanı bir diğeri durduruyor, dikişi kimin atacağını soruyor. Yolda iki el yakalıyor beni: “Bu arkadaş atacak, stajyermiş, madem gelmiş, boş durmasın.” Tabi ki bir şaka bu… Gün boyunca “Daha birinci sınıftan buralara gelmişsin, soru sorduğumda cevap veremiyorsun.” diyerek takılmıştı bana, yine takılıyor. Kendisi atacak dikişi. Oysa aslında üç kişinin -biri intern, biri asistan, öteki cerrahi uzmanı üç kişinin- dikiş atışına tanıklık etmiştim. Özünde hepsi birbirinin aynısı ve tekrar tekrar izlemek kolayca kavramamı sağlar. Bence sağladı da. Eğer elime verseydi alet edevat, atardım dikişi, itiraz etmezdim. Her neyse işte… Odaya giriyoruz.

Baba dışarı çıkarılıyor; intern ablam, ben, asistan abi ve çocuk kalıyoruz odada. Biraz daha sıcak burası… Odanın kapısına “Yanık acil” yazısı asılırken içeriye giren sağlamların da sıcaktan yanması, en azından haşlanması amaçlanmış sanki. Bunaltıcı bir hava ve havanın içinde değişik bir koku var. Çocuk iğneler yapılırken fazlaca inlemişti, uyuşturucu etki sayesinde inlemeleri azalıyor. İyi ya da kötü iki dikiş atılıyor. “Bu gördüğün subkutan yağ…” Asistanın oynadığı yaraya yaklaşıyorum, beyaz-şeffaf oluşumları inceliyorum. Üçüncü bir dikiş atılıyor. Çocuğun uyuşması geçmiş olacak, inlemelere başlıyor yine.

Benim içimde de inleyen bir şeyler peyda oluyor. Bunalmaya başlıyorum. Sakın ha kan tutmuş olmasın beni? Yok, öyle olamaz. Yaranın ötekilerden bir farkı yok, görüntüden iğrenmedim, niye koyuveriyorum kendimi? Muhtemelen atılan dikişin kalitesizliği rahatsız ediyor beni. Ben bayılırım kana, yaraya, vakaya, beni etkilememesi gerekir; şimdiyse gerçekten kana bayılıyorum galiba. Son bir dikiş daha atılacak ve evine gönderilecek çocuk. Zorluyorum kendimi. İçimde bir hareketlenme var biliyorum. Kanım çekiliyor, rengimi kaybediyorum ama enerjimi asla. Son dikiş atılana kadar terk etmek istemiyorum odayı. Terk etmiyorum da… Son dikiş atılıyor. Odadan çıkıyorum.

Biraz su içsem kendime gelirim sanki. Ama suyumu alacağım dolabın önünde sarışın asistan duruyor. O da gün boyu “Niye geliyorsun ki, bırak gelme, daha çok erken.” diyip durmuştu. Bir de “Ya çocuğun karnına bastırıyorum, çocuk ağlıyor, ben tutamıyorum kendimi, gülüyorum. Sevmiyorum pediatriyi, erişkin hastanesi iyi. Bak çocuk bağıra bağıra ağlıyor, ben hala gülüyorum.” da demişti ama onun konuyla alakası yok.

Gözlerimde sağdan soldan flaşlar patlarken kendimi onun önündeki sandalyeye bırakıyorum. Abla rengimin attığını söylüyor. Olabilir diyorum. Anemim vardı küçükken, ondandır. Ondan olamazmış. Erkek adamın demir anemisi mi olurmuş?! İtiraz ediyorum, niye olmasın. Sonra egomun yerini mantığım alıyor. “Abla ben iyi değilim galiba.” diyorum. Gülümseyerek “Olabilir. Sedyelerden birine yatabilirsin.” diyor. Ayağa kalkıyorum.

Bayılmadan önce, yere yığılmadan önce, o sedyeye ulaşıp yatmalıyım. Herkes bayılabilir. Bacağına dikiş atılan çocuk, şu an hasta öyküsü alınan kızın annesi, dışarıda bekleyen baba… Ama ben doktor olacağım. Ben bayılamam. Onlar bayılırlarsa ayılırlar, ben bayılırsam biri ölür. Ne güzel de gaz veriyorum kendime!

Biraz yürüyorum, ilk sedyeye ulaşana kadar görüş açım tamamen kapanıyor. Garip geliyor. Gözlerim açık ama bir şey görmüyorum. Sağ elimi gözlerimin olduğunu sandığım yere götürürken sol elimle sedyeye tutunuyorum. Ablanın “Posta arkadaşlar, stajyeri sedyeye taşıyalım.” dediğini duyuyorum. İki kolun beni yakaladığını hissediyorum. Yumuşak bir zemine bırakıldığımı da…

Gözlerimi açtığımda karşımda güneşi görüyorum: Sarışın asistanı… Bir yandan da intern tansiyonumu ölçmeye çalışıyor. Soğuk soğuk terler ıslatmış saçlarımı. Herkes bana bakıyor, hep bir ağızdan “Evine git Yankee! Daha çok gençsin, heba etme kendini buralarda.” diyorlar sanki. Haklılar belki. Ben yine de aynı Suskun Geveze’yim, bir şeyi isteyince yapan. Acilde kalmak istiyorum. “Bayıldığıma göre eve gitmek yerine acilde gözetim altında olmam daha iyi olmaz mı?” diye soruyorum, olumlu cevap alıyorum. Umarım ciddi bir şeydir, ölüyorumdur mesela, çünkü bayılmamın zamanı çok manidar, öleyim de 'kana dayanamadı' demesinler. Ya da kolayca tedavi edilebilecek, ömür boyu bağışıklık kazanabileceğim bir iltihap mesela… Tansiyonum düşük çıkıyor.

Ben bayılırsam hayalim ölür. Ben bayılırsam herkes ölür.

Günün ilerleyen saatlerinde bayılmama rağmen neşemi yitirmediğim için asistanlardan biri sosyal medyada arkadaşım olmak isteyecek, üzerimde iki farklı EKG cihazı denenecek, kolları parçalanmış bir hastanın muayenesini sırf “Ya bunda da bayılırsam, bu kez kesin atarlar beni servisten.” düşüncesiyle yakından takip edemeyeceğim, dün tanıştığım Koreli kızlarla otobüste karşılaşacağım. Ama aklımda tek düşünce olacak: Kan tutması değildir ya, olamaz, doktor olacak adama yakışmaz.





Tamam, tek değil. Saliha Abla “Facebook’ta arkadaş olarak ekleyeceğim seni.” demişti. Aklımda o var bir de.

Suskun Geveze

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Gamsız

Normalde her sınava yarım saat erken giden biri olmama rağmen benimle birlikte sınava girecek oda arkadaşımın ısrarı üzerine bu kez, bu dönemin ilk fizik sınavına biraz daha geç gitmeye karar veriyorum.

Sınav saat 10:30’da… Eminim, çünkü bir önceki gece 3. sınıf olan diğer oda arkadaşım "Yarın sınavınız kaçta?" diye sorduğunda kafamda hemen 10 ve 30 sayıları beliriyor. Fizik dersi koordinatörü, her sınav öncesi en az 5 kere sınav yeri ve zamanını mail attığı için unutmak ne mümkün? Ben daha soruya sesli bir cevap veremeden benimle yarın sınava girecek olan oda arkadaşım "10:30" deyiveriyor. Ben de "artık bu konuşmada bana ihtiyaç kalmadı." diyerek işime dönüyorum.

Oda arkadaşım her sınava ya tam zamanında ya da en az 10-15 dk geç giden biri. İlk dönem alınan en önemli ders olan Calculus finali için ben, yarım saat erkenden yerimde, hazır ve nazır oturup, milleti izleyerek Kinder Surprise yememin ardından sınava başlamışken o, sınav başlamadan yaklaşık 5 saniye önce amfinin kapısından içeri dalıyor, gördüğü ilk sıraya oturuyor ve önüne konulan kağıda yazmaya başlıyor. Zaten diğer Calculus sınavlarına da "Ya, zaten geç gitsem de zamanım yetiyor." diyerek 15 dakika geç gitmişti bu arkadaş. Yani zaman konusunda bende asla olmayan bir rahatlık, bir gamsızlık tavrı var onda. (Ayrıca "Eğer bilgisayar sisteminde bir hata olur da sınav yerinizi göremezseniz sınava M13’te girin." uyarısını dikkate alarak sınav yerine hiç bakmayıp direkt M13’e gidiyor. Daha sonra merak edip de baktığımızda orijinal sınav yerinin zaten M13 olduğunu görüyoruz. Şaşıyorum. Neyse olay bu değil.)

Sınavda yük, elektrik alan, manyetizma tarzı konular çıkacak. Çevremde, okuldaki not sisteminden dolayı "eğrici" olarak tanınan biri olarak lakabımın hakkını vermek, iyi bir akademik başarı sağlayabilmek, fiziği en iyi şekilde öğrendiğimi gösterebilmek, ve en önemlisi, üstten aldığım derse rağmen bölümdeki arkadaşlarımla ortak olarak aldığım derslerden bile şov yapıp, "Ahaha sizi böcekler, sizler anlamsız birer hiçsiniz." diyerek namımı yürütebilmek için sınavdan iyi bir not almalıyım.

Saate bakıyorum: 9:50. Normalde bu saatte yolda olurdum. Dediğim gibi bugün oda arkadaşımın ısrarları nedeniyle biraz geç gideceğim. Fakat yine de de içim içime sığmıyor, o ise çok rahat. Kantine gidiyoruz. Soğuk çay ve Lila Pause alıyorum. Glikoz denildi mi akan sular durur benim için. 5 dakika sonra artık dayanamıyor ve "Abi, hiç kusura bakma, ben artık kaçıyorum. Yeterince geç oldu, sen ne zaman gidersen git ama ben sınava koşuyorum." diyorum. O ise umursamaz bir tavırla "Peki." diyor. Koşuyorum.

Sınav yerim kampüsün öbür ucunda. Yürüyerek 20 dakikada ulaşıyorum hedefime. Sınava gireceğim amfiyi arıyorum. Eeeeeh bu işletme binasından da her yer birbirine benziyor. Şöyle acayip bir mimarisi olsa da aradığımız yeri daha rahat bulsak. Bunları düşünürken etrafta bir gariplik seziyorum. Normalde bu saatlerde buralarda milletin koşuşturuyor, arkadaşlarıyla "Abi sınavda ne çıkacak, hele bir anlat bana." muhabbeti yapıyor olması lazım ama çevremde kimse yok. Adeta çıt çıkmıyor. Neden bilmiyorum, koridorun ortasında eğilip ayakkabı bağcığımı çözüyor, tekrar bağlıyorum.

Bir tanesi dışında bütün sınıfların kapısı kapalı… İçeri bakıyor ve bir kâğıda bir şeyler yazan birini görüyorum. "Oha bu saatte de ders mi çalışılır sınav önc…" Cümlemi bitiremeden neler döndüğünü anlıyorum.

Belki de olayı önceden fark edip, panik yaratmamak, büyük bir sorun çıkmasını engellemek için "işler ters gidiyorsa bari benim kontrolüm dahilinde de ters gitsin, bileyim" diyerek durup dururken bağcık bağlamam gerektiğini bana hissettiren, böylece mantıkta çığır açan bilinçaltıma, beynime küfrediyorum.

Sınav olmam gereken sınıfın kapısını açıyorum.

"Hass..."

Evet, önlerinde sınav kağıdı, harıl harıl bir şeyler yazmakta olan bütün sınıf bana bakıyor. Sınav 10:30 da değil, 10:00 da başlıyormuş, anlıyorum.

"Sakin ol, sakin ol. Sadece, panik yapma." Saate bakıyorum: 10:15.

İçimi bir huzur dalgası kaplıyor. Sanki sınava bilerek geç gelen, "Ben bunları 15 dakika geç gelerek bile yaparım heheyt" diyen biri edasıyla alıyorum kâğıdı asistanın elinden ve oturup yazmaya başlıyorum derin bir nefes aldıktan sonra.

Sınav bitiyor. Çok sinirliyim. "Ulan ben kendi aklıma uyup her zaman gittiğim gibi gitsem yetişecektim sınava, ne diye geç göndermek için uğraştırdın beni!" diye bağırmak istiyorum odamdaki danaya. Sonra, onun sınava muhtemelen daha da geç kalmış olduğunu fark ediyorum ama sinirim yine de geçmiyor. Binadan dışarı çıkıyorum. Telefonum çalıyor, arayan o. Sinirli bir şekilde açıyorum telefonu. Onun o gamsız sesini duyuyorum: "Kanka, niye öyle oldu yeaaa?"

3 saniye süren bir sessizlik oluyor. Ardından ikimiz de deli gibi gülmeye başlıyoruz. Öyle ki etrafımdaki insanlar dönüp rahatsız olduklarını ifade eder biçimde kaşlarını çatarak bana bakıyorlar ama ben duramıyorum. Yaklaşık 5 dakika karşılıklı gülüyoruz. Neye güldüğümü bilmiyorum. Sadece her şey o kadar salak geliyor ki o an. Ben, o, içinde bulunduğumuz durum...

(Not: Bir hafta sonra sınav sonuçları açıklanacak ve ben 98 almış olacağım.)

Meteor

* Bu yazıda yayınlayanın emeği yok, sadece birkaç yeri kırptım. Yazı bizzat Meteor tarafından yazıldı.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir Yabancıya Günaydın Diyebilmek

Uyandım. Saat kaç acaba? Lisedeki Bursalı ile yollarımız ayrıldığından beri kol saati takmıyorum. Telefonumun nerede olduğundan da emin değilim. Arkamdaki yatağın dolu olup olmadığına bakıyorum: Boş. Saat 7’yi geçmiş olmalı. Gün çoktan aymış. Ama ben henüz yeterince ayılamadım. Kafamı yeniden yastığa koyuyorum. Öküz gibi uyumaya devam ediyorum.

İnsan sosyal bir varlık… Öyle olduğumuzu söylüyorlar, milleti haksız çıkarmak için uğraşmanın manası yok. Sosyalleşelim. Çevremizle iyi geçinelim, sevelim çevremizi. Sadece gülle, papatyayla değil böceklerle de sevişebilelim mesela. Gülümseyelim ama sadece mutlu olunca değil. Hani ne mutlu ne mutsuz olduğumuz o tarafsız anlar var ya, o zaman da gülümseyebilmeliyiz. Ve selam vermek… Yabancı olduğu birine de “Günaydın” diyebilmeli insan. Bir başkası için de iyi dilekler dileyebilmek lazım. İkinci uyanışım ardından işte bunları düşünüyorum yatakta. Bir karar alıyorum: Bugün yabancılara da “Günaydın” dileklerimi sunacağım.

Doğruluyorum, ayaklarımı yatağın yanından aşağı bırakıyorum. Gözlüğümün bulunduğunu sandığım yere, kırmızı renkli “Çocuk Endokrinolojisi” kitabına uzatıyorum elimi, boşluğu avuçluyorum, geri çekiyorum. Yatağın başlığına asmışım gözlüğümü, alıyorum. Telefonum hala ortalarda görünmüyor. Yatağın altına bakıyorum, sonra nevresimin çok kırıştığı bir yerde buluyorum.

Koğuş sistemi gibi bir şey var yatakhanede. 8 kişilik odalar… Duşlar, tuvaletler koridorun sonunda. Kalkıp lavaboya gidiyorum. Tuvaletten çıkan genç takılıyor gözüme, “Günaydın” diyorum coşkuyla, yüksek sesle. Sanki bağırmasam beni duymayacakmış, anlamayacakmış gibi… Tuvaletten çıkan çocuk şaşırıyor, bir gülümseme beliriyor yüzünde “Günaydın Suskun Geveze” diye cevaplıyor beni. Yüzümü yıkayıp çıkıyorum.

Koridora henüz şimdi çıkan muhtemelen benim gibi lavabolara gitmekte olan birine sesleniyorum: Günaydın. Aynı karşılığı alıyorum. Onun çıktığı odaya, odasına girmekte olan başka bir çocuk görüyorum. Ona da aydınlık bir gün diliyorum. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra o da “Günaydın” diyor ve odasına giriyor. Kapıyı kapatmasına fırsat vermeden ben de dalıyorum içeri, içeridekilere bakıyorum ve onlara da günaydınlar diliyorum. Benzer karşılık alıyorum. Yatağıma atıyorum kendimi.

E, Suskun Geveze, senin odanmış zaten. İlk selam verdiğin de adını biliyordu, tanışıyormuşsunuz, nesi yabancı onların? Şusu yabancı: İkisi Kore asıllı Amerikalı, ikisi Fars, biri Suriyeli… Hiç tanımadığım birinin odasına, sırf içeridekilere “Günaydın” demek için dalacak kadar sıcakkanlı değilim henüz.

Suskun Geveze