5 Haziran 2011 Pazar

Son Söz

Özellikle kız arkadaşım ve sevdiklerim tarafından bloga gösterilen yoğun ilgiden bıktığım için hikaye yazmayı süresiz olarak bırakıyorum. Blogu ziyaret eden günlük insan sayısı milyonların altına düştüğünde bir kez daha aranızda olabilirim sanırım. Şimdilik hoşçakalın.

3 Haziran 2011 Cuma

Aşti

Ankaray’dan inmeye çalışıyorum, ama trene binmeye çalışanların tazyiki izin vermiyor buna. Hepsi de aynı yüce amaç için, vagona biraz daha erken girmek için baskı yapıyorlar inenlere ve artık bundan vazgeçmiş olan bana. Anlayamıyorum. Ben, şimdi binmek isteyen herkesten en az 15 dakika önce bindim bu trene. İçerisi düşündükleri kadar eğlenceli olsaydı gösteriden en çok haz alan ben olurdum. Ama değilim. İteklemeyin!

Sırtımda Sabancı Üniversite’sinden aldığım sırt çantam; omzumda ağır, silindirik bir başka çanta… Takdir etmek gerek, metrodan inip otogara geçmek isteyenler için güzel bir sistem kurulmuş: Yürüyen zemin. Özellikle benim gibi yükü ağır olan insanların yararlanması amacıyla, yürümeye enerji harcamadan ilerleyebileceğiniz, elli metre kadar uzunlukta, bir metre genişlikte yol. Sırtımdaki, omzumdaki çantalarla ilerlemem güç olduğu için benim de epey işime yarayabilir o yol. Neden onu kullanmayıp duran zeminde yürüdüğümü ben de bilmiyorum.

Aşti uzaktan böyle görünüyormuş. Güzelmiş.
Benim otobüsüm “Giden” peronundan değil, “Gelen” peronundan hareket edecek. Çünkü her ne kadar İstanbul’a gidiyorsa da Kayseri’den geliyor. Giden salonunun havalı “Bursa yolcusu var mı? Bursa’ya mı gidiyorsun hemşerim? İstanbul mu? Hı… Ama Bursa’ya gideceksen ucuza bilet var yani…” sohbetinden uzak, sıcak bir yer benim için “Gelen Salonu”. Ama çığırtkanlardan kaçsanız bile nerede olursanız olun şu anonstan kaçmak mümkün değil: “Aşti içinde çığırtkanlık yapmak yasaktır. Lütfen çığırtkanlara itibar etmeyiniz.”

Gelen salonunda güzel bir yer buluyorum kendime. Eşyalarımı bırakıyorum, beklemeye koyuluyorum. Beklediğim şey otobüsüm değil. Bir saatten çok var gelmesine. Gözlerimi onun için dört açmadım. Hayır, beklediğim, her gününü burada geçiren, 118 numaralı peronun karşısındaki duvarla oturaklar arasında yatıp kalkan, psikolojik sorunları olan, sürekli kendisiyle konuşan, bazen coşan, çok kez havaya küfreden, deli bir teyze… Son iki gelişimde onunla karşılaşamadım burada, merak ediyorum akıbetini. Oturuyorum.

Otuz dakika kadar bir süre sonra bir öksürük sesi kesiyor düşüncelerimi. Gerçi bir şey düşündüğüm de yoktu. Kalkıyorum yerimden, 118’inci perona yürüyorum. Kırmızı pijamasıyla, oturaklardan birinin arkasında, bir battaniye üzerine uzanmış o kadını görüyorum. Öksürüyor bir kez daha. Doktor değilim, ama hiç hoşuma gitmiyor bu öksürüş. Moralim bozuk şekilde, öksürüşler eşliğinde eşyalarımın yanına dönüyorum.

Salonda gezinip kendi kendine konuştuğunu bilirdim. Ama şu ana kadar nasıl yaşadığını hiç merak etmedim. Ne yer, ne içer ya da bir şey yer içer mi? Hiç sormamıştım bunları kendime. Şimdiyse merak ettiğim kaç gün yaşayacağı. Uzunca bir süre geçtikten sonra eşyalarımı alıp perona varan otobüsüme doğru yürüyorum. Bana ağır gelen bir yük…

Suskun Geveze

1 Haziran 2011 Çarşamba

Papatya ve Orman

“İnanılmaz bir kalabalık” denir ya. Ben inanıyorum. Bu kadının konserine daha az kişinin gelmesi akla sığmazdı asıl. Konser alanı tıklım tıkış… Türkiye’nin ve bence dünyanın en kaliteli sesine sahip bu kadın, tabi ki ilgi büyük. İğne atsan yere düşer belki ama iki üç kişiyi delmesi gerekir. O mayın tarlasında dolaşadursun aşk sanıp, bense yüzlerce insan arasındayım. Dolaşıp duruyorum. Sahneye daha yakın olabilmek için bir açıklık arıyor gözüm. Buluyorum, ilerliyorum.

Kalabalık, kademeler halinde toplanmış: Her yeni kademe, ilerlemek için çok daha büyük güçlükler ve çaba demek. Kademe kademe geride bırakıyorum insanları ama peşime takılmış tek bir tanesiyle aramdaki farkı bir türlü açamıyorum. Ben nereye, o oraya… En dar dehlizlerden türlü zorluklarla geçerken ben, o adeta kayıyor kalabalığın içinde ve bir şekilde yakalamayı başarıyor beni.

Tanıyorum bu çocuğu, aynı amfideyiz. Lisede Geveze benim için nasıldıysa üniversitede de bu çocuk aynı benim için: Sürekli olarak hakaretlerime, hakaret ağır oldu biraz, iğnelemelerime göğüs germek zorunda kalan ama bunları umursamayan esprili, eğlenceli herhangi bir insan… Bana eşlik etmesinde, kalabalığı aşarken benim çektiğim zorlukları çekmeyişinin moral bozuculuğu dışında, hiçbir sakınca yok.

Çok zorlanıyorum ilerlemekte. Çok da yoruluyorum. Ama nihayet bir konum buluyorum kendime. Şebnem Ferah manzaralı, mükemmel bir yer üstelik… Yeni şarkı başlarken neşem, enerjim yerine geliyor. O, “Benim adım Orman.” diye bağırıyor. Benim adım Papatya ve önümde duran asla tanışmayacağım kızın adı Yasemin. Yine de herkes gibi biz de eşlik ediyoruz şarkının sözlerine, adımızın Orman olduğunu haykırıyoruz dağlara taşlara.

Şarkının nakaratı geride kalıyor. Sözü tekrar işin ehline, sadece ve sadece Şebnem Ferah’a bırakıyoruz. O sırada amfiden arkadaşım dürtüyor beni. Beni sevdiğini söylüyor. Gözlerimi büyütüyorum. Gürültüye rağmen oldukça net bir mesaj gönderiyorum ona, sadece gözlerimi büyüterek. Panik yapıyor, sevgisinin arkadaşça olduğunu geveleye geveleye kısıyor sesini. Yazık, sönüyor hevesi. Benimse şu an herhangi bir şeyle, mesela onun hayal kırıklığıyla, ilgilenme lüksüm yok; şarkının kalanıyla ilgileniyorum. Çünkü kalabalık içindeki herkes gibi benim adım da Orman.

Papatya