16 Aralık 2012 Pazar

O Nefeste Gizli Her Şey

Uzun zaman olmuştu tiyatroya gelmeyeli. Geçtiğimiz dönem hiç oyun kaçırmazdım, böyle de güzel bir alışkanlığım vardı. Ama bu seneye, Tıp Fakültesi Dönem 2’ye -en azından bu konuda- tutuk başladım biraz. Sebebi tiyatroyu unutmam değil, hayır. Bu dönemin başındaki oyunlar geçen senekilerle aynıydı, sebep bu. Şimdiyse yeni bir oyun var karşımda: O nefeste gizli her şey.

(Filmlerde, dizilerin ilk bölümlerinde bu tarz girişler olur; izleyicilerin kafasında bir fikir oluşturabilmek için karakter kendini tanıtır, hikayesini anlatır. Onlara benzedi girişim.)

Büyükşehir belediyesinin tiyatro binasındayım. Oyunun başlama saatine dakikalar var, oldukça yavaş ilerleyen, geçmek için acele etmeyen dakikalar… Gelen insanlar ya sohbet edecek arkadaşlarıyla, çocuklarıyla, ana babalarıylalar ya da gözlerini çıkışa dikmiş, birini bekliyor oluyorlar. Benimse beklediğim kimsem yok. Yerimde durmuyorum. Salon kapılarının önünde ileri geri, sağa sola yürüyorum. İçimde beni huzursuz eden bir şeyler var. Sanırım oturan insanlar beni izliyorlar. Gözüme çarpan kimse yok ama dolaşıp duruyorum, bunu yapan tek kişiyim, illa ki henüz dikkatimi çekmese de birinin dikkatini çekmişimdir. Huzursuz olacaksam dursam ya! Duramıyorum.

J-32 koltuğunda oturacağımı biliyorum ama birkaç kez cebimden çıkardım bileti, tekrar baktım emin olmak için. Kızgınım gişe memuruna. Daha arkalarda, daha kenarda bir koltuk yoktur herhalde; bileti cehennemin en uzak ucundan vermi… Görevlilerden biri holün ortasına gelip sesleniyor: “Doktor var mı aramızda?” Soruyu birkaç kez tekrarladıktan sonra değiştiriyor: “Seyirciler arasında doktor, hemşire, sağlık personeli veya ilk yardım bilen herhangi biri var mı acaba?” Oyunculardan birinin babası, kuliste kalp krizi geçiriyor.

Bir yanım tıp öğrencisi olduğumu söylüyor. Haklı da… Öteki yanımın yüzüme vurduklarıysa çok acı: Evet, ama bir halt bildiğin yok ilkyardıma dair. Gitmekle gitmemek arasında kalıyorum. Başkalarının da bu ikilemde kalıp kalmadığını bilmiyorum ama gözlemlediğim kadarıyla çağrıya tepki veren kimse yok. “112’yi ararız, ne yapmamız gerektiğini sorar, yaparız. Çok basit!” diyor ilk ses. İkincisi bunu kulisteki herhangi başka birinin de yapabileceğini söylüyor. Cevap vermiyorum; halktan biriyim ben, cahilim, ilk yardım bilgim yok. Hem “nöbet” ya da “bayılma” değil de direk kalp krizi teşhisi koymuşsa birileri, bu konuda bilgileri de vardır.

Nihayet salonların kapıları açılıyor. Salona girmek için acele etmeyeceğim. Zaten en köşedeyim, millet geçerken rahatsız edecek beni, istemediğim kadar popo göreceğim. En son oturayım. Kalabalık, tek tük insanlara evrimleştikten sonra içeri giriyorum, kenardaki yerime oturmaya yelteniyorum ama en köşedeki koltuğun numarasının 2 olduğunu görüyorum. Gişe memuresinin günahını almışım. Çok da tatlı bir genç hanımdı. Seyircilere popomu göstere göstere merkezdeki yerime geçerken oyunculardan biri gecikmenin sebebini açıklıyor, oyuncunun babasının hastaneye kaldırıldığını söylüyor, ondan dualarımızı esirgemememizi istiyor. Esirgemiyoruz. Oyun başlıyor: O nefeste gizli her şey.

Oyun bitiyor. Yirmi kadar oyuncu alkışlar eşliğinde sahneye geliyor, eğiliyor, geri çekiliyor. On beş kişi daha geliyor sonra, eğiliyorlar, geri çekiliyorlar. İki oyuncu daha geliyor. Alkış her oyuncu katmanında bir parça daha yükseliyor, eller daha sert çarpıyor birbirine. İki oyuncu elleriyle sahnenin ortasını işaret ediyor ve başrol geliyor nihayet. Öne çıkacak, eğilerek seyirciyi selamlayacak, sonra geri çekilecek, el sallayacak ve perde kapanacak. Öyle olmuyor.

Elinde, oyunda da kullandığı asası var. Asasını yere vura vura çıkıyor öne, asasından destek alarak geliyor öne. Eğilmiyor, elini kaldırıyor, seyirciyi susturuyor. İçimden bir ses “Tamam, kalp krizi geçiren adam garanti öldü; onu söyleyecek. Ağlar falan da, müthiş bir şov!” diyor. Allah içimdeki o sesin cezasını versin işte. Tam da söylediğim şeyler oluyor. Neler düşündüm ben? Aklımdan ne geçirdim az önce? Başrol, asasını sahneye atıyor. Kanım çekiliyor; kollarım, ayaklarım uyuşuyor.

Tıp fakültesine hayat kurtarmak için geldim ben. Ve ilk kez ölüme, saygıdeğer düşmanıma bu kadar yakındım. Adam kalp krizi geçiriyorsa yardım etmeliyim ona! Ama geç kaldım. Hayır, merhum için yardım çağrıldığında gitmeyişimi kastetmiyorum. Nasıl yardım edeceğimi hala öğrenmemiş olmamı kastediyorum. Ben bir tıp öğrencisiyim ama acil bir durumda ne yapılacağını bilmiyorum. Göz histolojisi, kas fizyolojisi hayat kurtarmıyor! Ancak kalp masajı, suni solunum hayal kırıklığına uğratabilirdi ölümü. Ve ben geç kaldım. Ölüme karşı, saygıdeğer düşmanıma karşı silahlanmalıydım, yapmadım.

O nefeste gizliydi her şey. Adamın o hayat dolu son nefesini tutup, içine geri üfleyebilirdim belki. Kalbini sıkıp, vücuduna pompalatabilirdim yaşam enerjisini. Niye yapamadım? Salonun çoğu boşalmış; oyun biteli dakikalar olmuş, nasıl geçtiğini anlamadığım dakikalar… Yerimden zar zor doğruluyorum. Bacaklarım ilk denememde taşıyamıyor beni, dengemi yitiriyorum, sonra bir yerlerde bulup devam ediyorum yoluma. Salonu terk ediyorum.

Suskun Geveze

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Alakalı alakasız söyleyecek sözün, anlatacak anı'n varsa sen de paylaş.